Kategori arşivi: NASİHAT

Gece İbadeti


Dini ve dünyevi hayatımızda gece ibadetinin çok mühim bir yeri vardır.

Gece ibadeti deyince, Farz namazlara ve ibadetlere ilave olarak gecenin seher vaktinde uykudan kalkıp, Allah rızası için namaz kılmak dua etmek, tevbe, İstiğfar, zikir ve tesbihle meşgul olmak gibi güzelliklerin hepsini içine alır.

Bunlar ebedi hayatımızı kazanmamızda çok mühim olduğu gibi dünyalık işlerimizde de gece yapılan dua ve ilticalar çok tesirlidir.

Ayeti kerime ve hadisi şeriflerde seher vakti istiğfar edenlerden övgü ile bahsedilir.

Gece ibadetlerinde akla ilk gelen ise teheccüt namazıdır.

Teheccüt namazı, gece uykudan kalkıp, Allah rızası için kılınan nafile bir namazdır.

 En azı iki rekattır. İkişerli olarak 12 rekata kadar kılınabilir.Tavsiye edilen ise altı rekâttır.

Vakti, gündüzün öğle vakti hangi saatte giriyorsa gece ona tekabül eden vakittir. Onun için hasbelkader gece geç saatte uyanık kalmış olanlar hiç değilse iki rekât olsun kılabilirler. Bu da çok faziletlidir.Ama esas olan, seher vakti insanlar uykuda iken Allah için kalkıp bu namazı kılmaktır. İsra Suresinde şöyle buyrulur:

Ey Habibim, (Beş vakit namaza ilaveten) Gecenin bir kısmında da kalk;

sana mahsus bir nafile olmak üzere, Kur’ân ile teheccüd namazı kıl, Umulur ki Rabbin seni  Makam-ı Mahmud’a  ulaştıracaktır. (İsra-79)                                                                                                     Ayeti kerimede Resululah(sav)e beş vakit namaza ilave olarak teheccüt namazı da emredilmiş; karşılığında da cennetin en büyük makamı olan Makam-ı Mahmut va’dedilmiştir. Makâm-ı Mahmud; en büyük şefaat makamıdır.

Sevgili Peygamber Efendimiz (sav)in Cennetteki hususi makamıdır.

Bu makam için Ona teheccüt namazı emredilince;

“Makamı Mahmuda teheccüt namazı ile çıkılacağı anlaşılmaktadır.”

Onun için Cennette O’na yakın olmak isteyenler, bu namaza hep ağırlık verirler, seher vaktindeki muazzam tecelliyattan nasiplerini almak isterler.

Bundan mahrum kalmak İmanın, İslam’ın kemalatından ve bu vakitteki pek çok ilahi ikramlardan da mahrum kalmaktır.  

Seher vaktindeki tecelliyatla alakalı, bir Hadisi şerifte şöyle buyrulur:

“Allah Tebâreke ve Teâlâ, her gece, gecenin son üçte biri kalınca dünya semasına tecelli eder ve şöyle buyurur: Mülkün sahibi benim!  Kim bana duâ ederse, ona icabet ederim. Kim ki benden isterse ona veririm. Kim istiğfar ederse onu bağışlarım. Tan yeri ağarıncaya kadar bu böylece devam eder.” (Tirmizî, Namaz, 326)

Secde suresinin 16. ve 17. ayeti kerimelerinde mealen şöyle buyrulur;

“(Bizim âyetlerimize iman edenler öyle kimselerdir ki) Onların vücutları (gece teheccüt namazı kılıp ibadet etmek için,) yataklarından uzaklaşır, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) hayra sarf ederler. Onların dünyada yaptıkları bu fedakârlıklara karşılık; kendilerini mutlu edecek, gözlerini aydın kılacak, gönüllerini ferahlatacak, Allah katında ne gibi mükâfatların, ne büyük nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez.”

Görülüyor ki; Gece tatlı uykumuzdan, yine uyku gibi tatlı gelen paramızdan ve dünyalıklarımızdan küçük bir fedakârlık yapmak, bizlere ne muazzam kazançlar sağlıyor. Üstelik bizim fedakârlıklarımız basit ve geçici;

Rabbimizin ikramları ise çok büyük ve ebedidir.

Bilal-i Habeşi Hz. nin Rivayet ettiği Hadis-i Şerifte şöyle buyrulur:

“(Ey ümmet ve ashabım)Size geceleyin kalkıp ibadet etmeyi tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önce yaşayan sâlihlerin âdetidir; Rabbinize yakınlık (vesilesi) dir; günahlardan koruyucudur; kötülüklere keffârettir,

ve bedenden hastalığı kovucudur.” (Tirmizî)

Mevsim itibarı ile en  uzun geceleri yaşamaktayız. İmsak kesilip sabah namaz vakti girmesi, bu günlerde 06.30’ları geçiyor.

Vakitlice kalkıp, elimizi çabuk tutup teheccüd namazı, istiğfar, dua gibi vazifelerle daha çok meşgul olup, ayeti kerimelerdeki muazzam müjdelere kavuşabiliriz. Bu fırsatları heba etmeyelim.

Seher vakti Mevla’mızın huzuruna kabul ettiği, gözyaşı döken; sayısız nimet ve ihsanlara gark olan nasipli kullardan olmak için gayret ve dua edelim.    

Neme lazım!

Dünya ve ahirette saadet kaynağı olan Yüce İslam dini bizleri kardeş ilan etmiş, kardeşliğin bir gereği olarak da din ve dünya işlerinde birbirimize yardımcı olmayı, faydalı olmayı emretmiştir.

Sevgili Peygamber Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) de Müslümanları bir vücuda benzetir.

Nasıl ki vücudun bir uzvu ağrıdığında bütün vücut ıstırap çekerse, Müslüman da din kardeşinin dertleri ile dertlenmeli, hali ile hallenmelidir.

Ancak bu yardımlaşma, birbirimizi ifsat etmede değil, hayırda güzel işler yapmada olmalıdır.

Yaşadığımız şu imtihan dünyasında hepimizin zaman zaman sıkıntılı ve zayıf hallerimiz olabilir. Hiç birimiz mükemmel değiliz.

Böyle durumlarda Nefsi emmare ve Şeytan-ı Aleyhilla’ne fırsatını bulup  bizleri hataya ve hatta helake sürüklemek isteyecektir.

İşte hakiki mümin, hakiki kardeş, bu tür durumlarda –tabiri caizse-yangına körükle gitmez, kardeşini nefsin ve şeytanın eline bırakmadan onu hayra sevk etmek için gayret eder, çırpınır, dua eder.

 Ayet-i Celile’de Yüce Mevla’mız şöyle buyuruyor:

 ”..Ve İyilik ve Takvada yardımlaşın, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın

 ve Allah’tan korkun, Muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Nisa ,2.ayet) 

Yine hepimizin bildiği Asır suresinde; ”Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.”(Ayet.3.) methedilirken, Beled suresinde;“Birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenler.” (Ayet.17)  den övgü ile bahsedilir.

Bu özellikler her iki ayeti kerimede de ebedi kurtuluşun sebepleri arasında sayılmıştır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki; iman sahibi olmak, köşesine çekilip, ”bana ne, nemelazım” demeyi değil, tam tersine, düşen kardeşinin elinden tutmayı icap ettirir.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hz. şöyle buyururlardı: ”Her koyunu kendi bacağından asarlar sözü yanlıştır. Neme lazım değil, bana lazım demeli

Yüce Mevla’mız bizleri başıboş yaratmamış, Rahmetinin bir tecellisi olarak, kendi yolunu bulabilmemiz için peygamberlerini göndermiş, devamında da peygamber varisi olan büyük âlimleri insanlığın hizmetine, irşat ve hidayetine memur kılmıştır.

Bütün Peygamberler insanlığa medeniyetin öncülüğünü yaptıkları gibi esas vazifeleri insanlığı Hakka davet olmuştur. Çünkü insanlığın en büyük ihtiyacı hak ile batılı ayırıp, Cenabı Hakkın yoluna girmek, orada devam edip ebedi saadeti, cennet ve cemali ilahiyi kazanmaktır.

Dikkat edilirse her gün beş vakitte, kırk rekat namazda okuduğumuz, Kur’an-ı Kerimin anahtarı olan Fatiha-i Şerife’de Mevla’mıza yönelip;

“Bizleri, nimet verdiğin (sevgili) kullarının (da) yolu olan, kendi yoluna ilet.” diye dua ediyoruz.

 Çünkü istenecek en önemli ihtiyaç Allah’ın yolunda olmaktır.

Yine bu ayeti kerimede, ”beni” değil, “bizleri” ifadesinin kullanılması, Müslümanların birbirlerine dua etmeleri, birbirlerinin hidayetleri için çalışmaları gerektiğini de anlatmaktadır.

Hadisi şerifte sevgili Peygamberimiz(sav) şöyle buyurdular:

“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez.“(Sonra üç defa kalbine işaret ederek, şöyle buyurdular) “Takva, şuradadır, Takva şuradadır, Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her Müslüman’ın namusu, kanı, malı ve haysiyeti Müslüman’a haramdır.” (Müslim”Birr”,32)

Hadis-i Şerifte ise şöyle buyruluyor:

“Sadakanın en faziletlisi, Müslüman bir kişinin ilim öğrenmesi sonra da onu din kardeşine öğretmesidir.”(İbn-i Mace)

KUL HAKLARI

Barış dini olan İslam, bütün insanları kucaklar. Allah katında bütün kulları eşittir.
Üstünlük ancak takva iledir. Mevla’mız, bütün insanları zatına kulluk için
yaratmıştır. Kulları arasında da mutlak adaletin sahibidir. Hiç bir kulun diğerine
üstünlük taslamasına, onun hakkını gasp etmesine izin vermez.
Zat-ı şeriflerine karşı işlediğimiz hataları bağışlamak hususunda, Rahmetine sınır
koymamıştır. Ancak kul hakkını bunlardan ayrı tutar.
Bilhassa idari mesuliyeti olanların vebali, taşınamayacak kadar ağırdır.
Çünkü Yüce Mevla’mız yarattıklarına karşı mutlak adalet ve merhameti emreder.
İnsanlara hayvanlara hatta bitkilere karşı bile merhametli olmalıdır.
Ve sonunda her şeyin hesabı sorulacaktır.
Bu bakımdan kalbinde Allah korkusu bulunan insanlar, kul hakkından son derece
korktukları gibi hayvanların hakkından bile korkarlar.
Bizler Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun asırlarca insanlığa huzur ve adalet
dağıtan, karıncayı bile incitmekten sakınan bir dinin mensupları ve tarih boyunca
onu şerefle temsil eden bir ecdadın torunlarıyız.
Tarihimizden birkaç örnek vermek istiyorum:
Avrupalıların gözlerini kamaştırdığı için “Muhteşem” diye adlandırdıkları;
ancak üstün adaletinden dolayı “Kanuni” unvanına layık olan büyük Türk
Hükümdarı Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki gülleri sarmış bulunan
karıncaları temizleyip telef etmekten çekinmiş ve bunun için Şeyhülislam
Ebussuud Efendiden fetva istemiştir. Şeyhülislam ise;
”Yarın Hakkın huzuruna varınca, Süleyman’dan hakkını alır karınca.” diyerek
buna izin vermemiştir.
Ecdadımız rahat koltuğunda oturarak değil; gece gündüz çırpınarak o ihtişamı elde
etmişlerdi. Anadolu’nun kapısını bizlere açan büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed
Alparslan; saltanatı boyunca yabancı elçilerle görüşmenin dışında hükümdar tahtına
oturmamıştı.

Sekiz yıllık saltanatına büyük fütuhatları sığdıran Yavuz sultan Selim Han;
“Milletimin içinde fitne ve tefrika endişesi, Kuşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni” diyerek saltanatı boyunca nerede ise hiç rahat yüzü görmedi.
Ecdadımız; Milletin evladı birbirini öldürmesin diye kendi evlatlarını feda ettiler.
Kardeş kardeşi vurmasın diye kendi kardeşlerinin idamına hükmettiler.
Ama bugün bizler; o günkü şartlarda yapılan bu fedakârlığı bile anlamakta zorlandık.
Bazılarımız rahat koltuğunda, oturduğu yerden, onları küçümsemeye ve insanlık dersi
vermeye kalktı. Ama bugün yaşadığımız olaylar o necip ecdadımızı daha iyi anlatıyor.
Kul haklarının başında yaşama hakkı gelir. Okuduğum hadis-i şerifte; ”Haksız yere
insan öldürmek, Allaha şirk’ten sonra en büyük günah” olarak bildirilir.”(Buhârî)
Maide suresi 32.ayeti kerimede ise şöyle buyruluyor:
“İşte bundan dolayı İsrail oğullarına kitapta şunu bildirdik: Kim katil olmayan
ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi (haksız yere) öldürürse; sanki bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün
insanların hayatını kurtarmış olur. Resullerimiz onlara açık âyetler ve deliller
getirmişlerdi. Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâlâ yeryüzünde
fesat ve cinayette aşırıya gitmekteler.”
Ayeti kerimelerin hükmü herkes içindir ve kıyamete kadar geçerlidir.
İşte tam bu noktada bizler de hadiselerden ders almalı Ümmeti Muhammet ten
olma nimetine karşılık bize emanet edilen Kuran ve Sünnete sımsıkı sarılmalıyız.
Bu cümleden olarak yüce dinimizi en güzel bir şekilde yaşamak; ama yaşamak
için de ehil yerlerden öğrenmek ve hayatımızı Dini Celili Mübin’i İslam’a göre
düzenleyip ebedi saadete nail olmak bizim şiarımız olmalıdır.

***

KUL HAKKI VE DUA

Kul Haklarından ve Borçlardan Korunmak 

İbret nazarı ile bakmak

Kur’an-ı kerimin üçte biri tarihten bahseder.

Geçmiş Peygamberlerin ve ümmetlerin kıssaları ibret almamız için anlatılır.

Kamer suresinin 40.ayeti kerimesinde şöyle buyrulur:

”Biz O Kur’anı ibret,nasihat olsun diye kolay kıldık.Fakat hani düşünen?”

Yine aynı surenin müteaddit ayetlerinde “İbret alan yok mudur,düşünen yok mudur?”şeklinde ikazlarla olaylardan ibret almak emredilir.

Bu vesile ile yazımızın mevzuu; günümüzde yaşadığımız ve yaşayacağımız hadiselere ibret nazarı ile bakmak hakkındadır

Eshabı kiramdan Abdullah İbn-i Ömer (R.A) şöyle anlatıyor:

“Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in mescidinde on kişi vardı:

Hz.Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, İbn-i Mesûd, Muâz ibn-i Cebel, Huzeyfe, Abdurrahman bin Avf, Ebû Saîd(radıyallâhu anhüm)ve ben de onuncu kişiydim.

 Ensardan bir genç geldi ve Resûlullâh’a (s.a.v.) selam verip oturdu. Sonra da;

“Yâ Resûlallâh! Mü’minlerin hangisi en faziletlidir?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Ahlâkı en güzel olandır,” buyurdular.

“En akıllısı, en zekisi kimdir?” diye sordu.

 “Ölümü en çok hatırlayan ve ölüm gelmeden önce ona en güzel şekilde hazırlık yapandır. İşte en akıllı bunlardır.” buyurdular. Sonra genç sustu.

Fahri Kainat (s.a.v.) de bize döndü ve şöyle buyurdu:

“Ey muhâcir topluluğu! Başınıza şu beş şey geldiği zaman artık hiçbir şeyde hayır kalmamıştır. Bu beş şeyin sizin başınıza gelmesinden Hz. Allaha sığınırım.

1- Zina açığa çıkar ve açıkça işlenirse, muhakkak vebâ hastalığı artar ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen hastalıklar çıkar.

2- Ölçü ve tartıda eksiklik yaparlarsa muhakkak kıtlık, geçim sıkıntısı ve idarecinin zulmüne uğrarlar.

3- Mallarının zekâtlarını vermezlerse muhakkak gökten bir damla yağmurdan bile mahrum bırakılırlar. Hayvanlar da olmasa hiç yağmur göremezler.

4- Hz.Allaha ve Resûlü’ne verdikleri sözlerinden dönerlerse Allâhü Teâlâ onlara, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder de sahip oldukları servetlerin, mülklerin bir kısmını alırlar

5- İdarecileri, Allâhü Teâlâ’nın kitabıyla hüküm vermez ve Hz.Allahın hükümleri karşısında onları serbest bırakır (işlerine geldiği gibi amel ederler) se Cenabı Hak da aralarında harb, fitne ve ihtilaflar çıkarır.”

Hadis-i şerif’te İslam alemi  için çok mühim ikazlar mevcut.

Burada şu soru akla gelebilir. Müslüman olmayan toplumlarda daha kötü şeyler oluyor, onlara niçin bu cezalar gelmiyor.

Dikkat edilirse buradaki ikaz Müslümanlar içerisinde en büyük mevkie sahip olan Ashabı Kirama hatta en şerefli Muhacir topluluğuna ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet-i Muhammede yapılmıştır.

Çünkü Cenab-ı Hak, mümin kullarını gevşeyip,ebedi felaketlere uğrayacak durumlara düşmemesi için bu tür sıkıntılarla ikaz etmekte, bazen de ahiretteki cezayı dünyada  iken verip ahiretlerini kurtarmaktadır.

Müslüman olmayanlar ise İlahi Rahmetten tamamen uzak oldukları için cezaları ahirete bırakılmıştır.

Din kardeşlerimizin başına gelen sıkıntılar hepimizi derinden üzüyor.

Din kardeşlerimizin acılarını kalplerimizde hissedip onlara dua edelim.

Siyasi dengeleri, uluslararası tezgahları, gizli hesapları, stratejileri göz ardı etmeyelim. Fakat hepsinin üstünde hadiselere bir de hikmet nazarı ile bakalım. Ayeti kerime ve hadisi şerifler bizlere hep ışık tutmaktadır.

Hadisi şerifte şöyle buyruluyor:

Muhakkak Hz.Allah şu kitap (yani Kuranı Kerim)sebebi ile bazı toplulukları yüceltir, diğer bazılarını da alçaltır.(Sahihi Müslim, Hz.Ömer den)

Bildiğimiz gibi bu hadisi şerifteki müjdeye şanlı ecdadımız bin sene mazhar oldu. İslam’a ve Kurana hizmetin bereketi onlara öyle bir güç verdi ki, o günün imkanlarıyla asırlarca dünyaya hükmettiler. Allah Resulünün ve ashabının yolunda ilerleyerek insanlığa huzur ve adalet dağıttılar. Ezmediler, ezdirmediler. Kendi rahatları kaçtı; ama insanların rahatını bozdurmadılar.

İşte aynen bunun gibi; bugün de yarın da Kurana hizmeti hayatının gayesi yapan insanları, Cenab-ı Hak hem dünyada hem ahirette bahtiyar kılacaktır.

Bu ,Allah ve Resulünün va’didir. Kuran’a sımsıkı sarılmak, Resulullah (sav)’in ve ashabının nurlu yolunda ilerlemek, bizlerin ve bütün Müslümanların hem dünyada hem ahirette en büyük kurtuluşu olacaktır.

Cennette Peygamber Efendimizle beraber olmak için

Müslüman, en büyük velinimetimiz, şefaatçimiz, Peygamber efendimiz (sas)in sünnetlerine  sarılmalıdır.

Sünnet, kelime manası itibarı ile yol demektir.

İslami bir terim olarak, İbadetlerde sünnet; farz ve vacipten sonra gelen ve Peygamberimiz(sas) yaptığı için bizim de yaptığımız ibadetlerdir.

Ayrıca; ibadetlerin dışında, yaşayışında tatbik etiği güzelliklerdir. Bunları yapanlar çok büyük sevap ve derece kazanır, peygamberimiz(sas)in şefaatine yaklaşır.

Terki ise günah değil, ama büyük mahrumiyettir.

Sünnetin diğer bir manası; Kur’an-ı Kerimden sonra dinimizin ikinci kaynağı olarak, Resulullah Efendimizin mübarek sözleri, fiilleri ve başkaları yaptığında hoş gördüğü şeylerdir. Bunlar dini hükümlerde bizim için kesin bir delildir.

Çünkü, ayeti kerimede buyrulduğu üzere, ”O kendi hevasından konuşmaz; ancak kendisine vahyedilen şeyi söyler.”(Necm suresi,3-4)

Sünnet; geniş manası ile Resulullah (sas) in temsil ettiği hayattır. Ayeti kerimede şöyle buyrulur:

”And olsun ki sizin için, Hz. Allahın rızasını ve Ahiret günündeki o büyük mükâfata kavuşmayı umanlar ve Allahı zülcelali çok zikredenler için Resulullah’ta güzel bir numune-i imtisal, güzel bir örnek vardır.” (Ahzab suresi,21)

Kur’an-ı Kerim ve dini hükümler Peygamber efendimiz (sas)in zamanı saadetlerinde 23 senede ağır ağır tedvin oldu.

Ashabı Kiram, her hangi bir mesele olunca Resulullah (sas)efendimize sorarlardı. O da bazen cevap verir bazen de gelecek vahyi bekler, ona göre karar verirdi.

Ashabı Kiram, kalpleri Resululah’a tam bağlı bir vaziyette, daima ondan gelecek talimatlara bakarlardı.

Sevgili peygamberimiz (sav), kendinden sonra kıyamete kadar gelecek ümmetlerine bu dini tebliğ etmeleri için ashabını yetiştirdi.

Hatta onlardan bazılarına farklı salahiyetler de verdi.

Mesela; Abdullah İbn-i Mesud ve Zeyd bin sabit gibi zatların Kur’an-ı Kerimi okumakta, Muaz ibn-i Cebel ve Hz.Ali efendimizin Fıkıhta üstünlüğü gibi, daha bir çok sahabe, bizzat Fahr-i kainat (sav) tarafından sonraki kuşaklar için yetiştirilmişti.

Elbette sadece bunlar değil; ashabı kiramın tamamı çok yüksek dereceler elde ettiği, Kur’an-ı Kerimde müjdelenmiştir.

Bu mübarek zatlar; Efendimiz(sav)in irtihalinden sonra, dünyanın her tarafına

dağılarak İslam’ı tebliğ ettiler.

Evvela Kur’an-ı Kerimi bir kitap halinde topladılar, sonra hadisi şerifleri aktardılar,

Allah Resulünden öğrendikleri ilmi, aldıkları talimatı sıcağı sıcağına sonraki kuşaklara aktardılar.

O devirde; ashabı kiram henüz hayatta iken İslam’la şereflenen ancak; Resulullah (sav)i görememenin üzüntüsü ile onun ashabına sarılan, İslam’ı onlardan öğrenip, hayatlarını kendine örnek alan kimselere de tabiin denir.Yani Ashaba tabi olanlar.

Mezhep imamımız İmamı Azam Ebu Hanife (hz.)tabiin denilen bu şerefli zümredendi. Aynı zamanda hocalarının bir kısmı da tabiindendir.

Diğer bazı mezhep imamlarının yetişmesinde de onun ve talebelerinin emeği çoktur.

Bunlar, hayatlarını ilme adadılar, talebeler yetiştirdiler. Resulullah (sav)in ashabından öğrenilen hususları bizlere aktarmada çok gayret verdiler.

İşte bu günkü mezhep imamlarımız ve -mezhepleri bu günlere kadar gelmese bile- onlar gibi hizmeti olan pek çok İslam büyüğü, böyle şanslı ve verimli bir dönemde zuhur ettiler.

Kıyamete kadar gelecek Müslümanlara çok büyük hizmet ettiler.

Sonraki asırlarda yetişen büyük âlimler de, (onlara olan hürmetlerinden ve ümmetin birliğini düşündüklerinden) farklı yollar tutmadılar, kendi isimlerini öne çıkarmadılar, fakat arı-duru bir şekilde İslam’ı bizlere kadar taşıdılar.

Biz bunların hepsine çok hürmet ederiz, haklarını ödeyemeyiz.

Çünkü; Kuranı kerimin hükümlerini, Resulullahın sünnetini onlardan öğrendik. Bu itibarla onların yoluna, onların mezhebine tabi olmak, Kur’ana tabi olmaktır, sünnete tabi olmaktır. Ehli sünnet ve Cemaat dediğimiz yol işte budur.

Sünnet Allah Resulünü, Cemaat de Onun ashabı ve ashabına tabi olanları ifade eder.

Bu hak mezhepler; bazı yanlış düşünenlerin söylediği gibi, Kuran ve sünnetten ayrı bir şey değil; tam tersine inançta, ibadette ve yaşayışta Kur’an ve sünnet yoludur. O da ebedi saadet ve Cennet yoludur.

Kim ki sünnetimi ihya ederse, muhakkak beni sevmiş olur.

Kim de beni severse, cennette benimle beraber olur.” (Câmiu’s-Sağir

Kul Haklarından ve Borçlardan Korunmak 

Hz. Allaha kulluk için geldiğimiz şu imtihan dünyasında Yüce Mevla’mız kendi
aramızda çok güzel ahlaki ve hukuki düzenlemeler yapmış, müminleri birbirine
kardeşler kılmış, kardeşliğe zarar verecek durumlardan bizleri sakındırdığı gibi
bunu kuvvetlendirecek muhabbet, tevazu, yardımlaşma gibi güzellikler daima
teşvik edilmiştir.
Bütün mahlukatı arasında mutlak bir adaletin sahibi olan Hz.Allah, kendi zatına
karşı işlenen hataları daha kolay afv ederken, mahlukatın haklarını hak sahibine
bırakmıştır. Öyle ki sadece insanlar değil, bütün canlıların hukukuna riayet ve
özellikle kul hakları, ehli imanı daima korkutmuştur.

Kul hakları içerisinde günlük hayatımızın bir parçası olan ticari borçlarımızın da
mühim bir yeri vardır. Hepimiz günübirlik ihtiyaçlarımızda zaman zaman
birbirimize borçlanırız. Burada faiz kesinlikle reddedilirken; kardeşliğin bir gereği
olarak, isteyene borç vermek, ödemede ve vadede kolaylık göstermek Cenab-ı
Hakk’ın razı olduğu fiillerden sayılmıştır. Allah için bir kardeşine borç vermek, pek
çok ayeti kerimede, Hz. Allah’a borç vermek olarak ifade edilmesi bunun manevi
değerine işarettir. Hadid suresinin 18. Ayeti kerimesinde
mealen şöyle buyruluyor:
“Muhtaçlara yardım eden erkeklere, muhtaçlara yardım eden kadınlara ve
Allah’a (O’nun muhtaç kullarına) güzel (bir şekilde) ödünç verenlere bu
fazlasıyla ödenecektir. Ayrıca onlara pek değerli bir mükafat da vardır.”
Devamındaki ayette ise şöyle müjdelenir:
“Allah’a ve peygamberlerine (böyle) iman edenler var ya, işte onlar rableri
katında sıddıklar ve şehitler mertebesindedirler. Mükâfatları ve nurları
(âhirette) onları beklemektedir…”
Görüldüğü üzere Yüce Mevla’mız kendi rızasını her türlü maddi menfaatin
üstünde tutup, din kardeşinin sıkıntıdan kurtulmasına yardım edenlere
böyle muazzam nimetler bahşetmektedir.

Bununla beraber borçlanan kişi tamamen ihtiyaç ve zaruretini gidermek ve
borcunu en güzel şekilde ödemek niyetinde olmalıdır.
Hadis-i Şerifte Abdullah İbni Cafer (R.A) Resûlullah(sas)in şöyle buyurduğunu naklediyor.
“Borç, Allah’ın hoşlanmadığı bir şeye ait olmadığı müddetçe, Allah-u Zülcelal
hazretleri, borcunu ödeyinceye kadar borçlu ile birliktedir.”

Özellikle içerisinde bulunduğumuz dönemde üretimin daima artması, her şeyin
sürekli daha güzelinin üretilmesi, insanlar arasında sonu gelmez bir tüketim
hırsını beraberinde getirmektedir.
İnsanlarımız birbirleri ile yarışıp daha çok harcamaya yönelmekte, bu ise maddi
ve manevi sıkıntıları beraberinde getirmektedir.
Öte yandan ticari hayatın olumsuzlukları dürüst çalışan pek çok tüccar ve esnaf
için büyük bir sıkıntı ve imtihan sebebi olmaktadır.
Bu bakımdan, Yüce Dinimizin bizlere öğrettiği gibi; dünyalık hususunda
kendimizden daha aşağıda olanlara bakmak, elimizdeki nimetin kıymetini
bilmemizi, nankörlük etmeden Cenab-ı Hakk’a şükretmemizi sağlar. Şükür büyük
bir ibadettir.
Ahiret hususunda ise daima kendimizden yukarıda olanlara bakmak,
eksiklerimizi görmek, ibadette yükselmemize yardım eder.
Bu olmadığı zaman dünya hırsı bizleri farklı sıkıntılara sürükleyecektir.
Bunlardan birisi de borç yükü altında ezilmektir.
Resulullah (sas) Efendimiz borçlu olarak vefat eden kişinin Cenaze namazında imamlıktan çekilmiş, “kardeşinizin namazını siz kılın,” buyurmuştur.
Fahri kainat efendimiz çoğu kere günahtan ve borçtan Allah’a sığınmıştır.
Hz. Aişe radıyallahu anha’nın,“Yüce Allah’a borçtan sığındığınız kadar hiçbir şeyden
sığınmıyorsunuz?” sözüne, O şöyle cevap vermiştir:
“Kişi borçlandığı zaman konuşur ve yalan söyler, söz verir sözünde duramaz.”
(Sahihi Buhari)
Mümin uyanık olmalı, adımlarını temkinli atmalı, kendisini, çoluk çocuğunu
sıkıntıya sokacak gereksiz maceralardan sakınmalıdır. Hadisi şeriflerde
buyrulduğu üzere; Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.” (Ebu Davud)
ve “Gerçek hayat, ahiret hayatıdır.” (Buhari -Müslim)

Neticesi, Dünya ve Ahiret Saadeti

Yüce dinimiz bizlere dünya ve ahiret saadeti kazandırmak için hayat nizamı kurmuştur. Bu nizam aslında bizim için güzelliklerle doludur.

Fakat nefis ve Şeytan bizlere bu güzellikleri zor göstermeye çalışır. Haramlardan sakınmak da bunlardandır.

Cenab-ı Hakk, ayeti kerimelerde mealen şöyle buyurur:

“Habibim mümin erkeklere söyle, gözlerini haramlardan çevirsinler, namuslarını korusunlar. Böyle yapmaları kendileri için daha temizdir. Şüphesiz Allah ne yaparlarsa hakkıyla haberdardır.”

“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramlardan çevirsinler, namuslarını korusunlar. (El, yüz gibi) Kendiliğinden görünen kısımları müstesna, zinetlerini, güzelliklerini teşhir etmesinler…(Nur Suresi Ayet 30-31)

İslam da tesettürü emreden ve meâlinin bir kısmını vermiş olduğumuz Nur Suresinin bu Ayetlerinde, Rabbimiz erkeklerin ve kadınların sakınması gereken bazı hususları anlatmıştır.

Bu ayetlerin izahında İslam âlimleri şu hususlara dikkat çekmişlerdir:

Kur’an-ı Kerimdeki bir çok hükümde sadece erkek sigasıyla hitap edilip, kadınlar da bu hitâbın altında kastedilirken burada erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı olarak, ama aynı talimat gelmiştir:

“Gözlerinizi haramlardan sakının ve namuslarınızı koruyun.”

Bu emirdeki sıralama da ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü göz, kalbe açılan bir penceredir. Göz nereye bakarsa gönül oraya akar.

O halde gerek kendi ailevi ziyaretlerimizde, gerekse de çarşı pazarda gezinirken; erkek olsun, kadın olsun bakışlarımıza dikkat etmeliyiz.

Hadisi Şerifte şöyle buyrulmaktadır:

“Harama bakmak, şeytânın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allahtan korktuğu için onu terk ederse, Allah da ona mükafat olarak öyle bir îmân nasîb eder ki, o îmânın zevkini kalbinde hisseder.” (Tergib. c.III, s. 6 )

Özellikle sokaklarda, çarşılarda, gözü haramdan sakınmanın belki de en zor olduğu; medyada, sosyal medyada daha çok açılmanın, çıplaklığın cesaret olarak takdim edildiği, ahlaksızlığın özendirildiği bir devirdeyiz.

Yaşadığımız toplumda herkes istediği gibi giyinir .O kendi meselesi. Fakat biz de evvela kendimizi, sonra da ailemizi, evlatlarımızı korumakla yükümlüyüz. Onun için Yüce dinimizin hükümlerini hatırlatıyoruz.

Zaten ayeti kerimede iman eden erkek ve kadınlara diye hitap edilmektedir. Haya duygusu da imandandır.

Bir işte zorluk ne kadar çok olur, gayret ne nisbette artarsa, ecir ve sevap da o derece artar. Bir hadisi şerifte haramlar karşısında kapanan gözlerin cehennemde yanmayacağı müjdelenmiştir.

Ayrıca zorluklar karşısında verilen büyük kolaylıklar da vardır. Bunlardan biri de hepimizin bildiği, namazlardaki tesbihattan sonra okuduğumuz şu duadır:

“Lâa ilâahe illellâahü vahdehüü lâa şerike leh. Lehü’lmülkü ve lehü’l-hamdü yuhyii ve yümiytü ve hüve hayyün lâa yemüüt. Biyedihi’l-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir.”

Mânâsı:”Allâh’ tan başka hiçbir ilah yoktur. Ancak tek o vardır. Onun ortağı yoktur. Öldüren ve dirilten odur. O (ise) diridir, ölmez. Hayır, ancak onun eliyledir. O, her şeye kadirdir.”

Bu duâ her sabah 11 defa okunur. Özellikle de Çarşıya çıkarken, yollarda, sokaklarda her yerde okunur. Resulullah Efendimiz (sas);

“Çarşıya çıkarken bunu okuyana Cenâb-ı Hak bir milyon sevap verir, bir milyon günahını siler, derecesini de bir milyon yükseltir.” Buyurmuşlardır. Ayrıca okuyan mü’minin imânı tazelenir. Bu duâ şefâat-ı Resûlüllâh’a en büyük vesiledir.

Bu hadisi şerifteki müjdenin büyüklüğü İslam alimlerinin dikkatini çekmiş, ve bu müjdelere adeta hayran kalmışlar. Ve neticede şu kanaata varmışlardır: Ahir zamanda Ümmeti Muhammed, çarşı ve pazara çıktığında gözleri çok fena haller görecek. (haramlarla muhatap olacak)

İşte bu dua, onları bu günahlardan kurtarmak için Resulullah (sav) efendimizin şefaatlerinden büyük bir şefaattir.

Dikkat etmemiz gereken diğer bir konu aile mahremiyetidir.

Yüce dinimiz bizlerin dünya ve ahiret saadeti için, diğer hayati meselelerde olduğu gibi ailevi münasebetleri de teferruatıyla hükme bağlamıştır. Özellikle aile içi mahremiyette bilmemiz ve dikkat etmemiz gereken hususlar vardır. Mahrem ve namahrem kimlerdir, hükümleri nedir?

Şuurlu her Müslüman bunları öğrenmeli ve Allah rızası için teslim olmalıdır.

Yukarıda başlangıcını yaptığımız Nur suresinin 31.ayeti kerimesinde Rabbimiz mealen şöyle buyuruyor: “Habibim Mümin hanımlara da söyle: Gözlerini haramdan çeksinler; iffetlerini korusunlar. Kendiliğinden görünen kısımları (yani zaruret halinde; elleri, yüzleri ve topuktan aşağı ayakları) müstesna, güzelliklerini açmasınlar. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Ziynet yerlerini, güzelliklerini hiç kimseye açmasınlar. Ancak şunlar müstesna; Kocaları, babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının (başka hanımlardan olan) oğulları, erkek kardeşleri, erkek yeğenleri, kendi kadınları (yani mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (kadın hizmetçileri,) erkeklerden kadına şehvet duymayacak kadar yaşlı olan hizmetçiler, yahut kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklar müstesna.

Ve(mümin hanımlar) gizlemekte oldukları ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar.(yani dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler.)

Ey müminler! Hep birden Allah’a, Onun hükmüne Yönelin. Umulur ki kurtulasınız.” Bu ayeti kerimede mümin hanım için mahrem ve namahrem olanlar anlatılmıştır.)

Mahrem; Kendisi ile nikâh haram olan kimse demektir.

Bir kadının kendi çocuğu, torunu, süt çocuğu, kocasının başka kadından olan çocuğu, annesi, babası, sütannesi, sütbabası, kayın pederi, erkek kardeşi, kardeşinin çocukları yani yeğenleri, onun mahremidir.

Bunlarla nikâhlanması haram olduğu için rahat bir şekilde bir arada oturmalarında, onların yanında hizmet icabı elini, kolunu, başını, dizinden aşağı kısmını açmasında bir mahzur yoktur.

Bunun dışında kalanlar ise Nâmahremdir.

Namahrem; kendisi ile nikâhlanması haram olmayan, nikâh yapılabilecek kimse demektir ki, bunlardan sakınmak farzdır.

O halde bir kadın, evinden çıkarken kendisini haram bakışlardan korumak için dinimizin emrettiği şekilde giyinmelidir.

Zaruret icabı aynı ortamı paylaştığı yabancı erkeklerin yanında; hatta, kocasının erkek kardeşi(yani kayınbiraderi), kocasının dayısı, amcası, dayı, amca, hala, teyze çocukları veya daha uzak akrabaları gibi nâmahremler varsa; bunların yanında da tesettürüne, oturuşuna-kalkışına, onlarla baş başa bir odada kalmamaya dikkat etmelidir.

Nitekim Resulullah (S.A.V)efendimiz, okuduğum hadisi şeriflerinde, “Kadınların yanına girmekten, onlarla baş başa kalmaktan sakınınız.” buyurdular. Ensar’dan bir zat;

Ya, kadının kocası tarafından olan Erkek akrabalarına ne dersiniz? ”diye sordu. Resulullah(sas):Onlarla baş başa kalmak ölümdür, ölümdür.

(yani maddi ve manevi yıkıma sebeptir) buyurdular.(Tecridi Sarih, 11-324)

Burada kadınla baş başa bulunması yasaklanan hatta ölüme benzetilen kimse, kocasının erkek kardeşi, kocasının dayı ve amca çocukları gibi akrabalarıdır.

Dinimiz, nesep ve süt kardeşliğinin dışındakileri nâmahrem kabul etmiştir. Dayı, amca, teyze, hala çocuklarının birbirleri ile evlenmeleri caiz olduğundan, aralarında mahremiyete riayet etmelidirler.

Kadının, kocasının erkek akrabaları ile münasebeti böyle olunca; Erkek de eşinin kadın akrabalarına aynı dikkati göstermelidir.

Ayrıca; İster kardeş hanımı olsun veya dayı-amca hanımları olsun; yengeler namahremdirler. Onlarla münasebette de aynı sınırlar korunmalıdır.

Ayet-i Kerimede Mevla’mız şöyle buyuruyor: “…Ve fuhşiyâtın, (ahlaksız  ve çirkin                 işlerin)  açığına da  gizlisine de yaklaşmayın…” (En’am, 151)

Bu ayeti kerimede üç mühim nokta vardır:

Fuhşiyatın evvela açık olanı yasaklanmıştır. Gizli olanı da ayrıca zikredilmiştir. Her ikisini de yapmak şöyle dursun, yaklaşmak bile yasaklanmıştır.

Yani fuhşiyat’a sebep olan her şey haramdır.

Dinimizin haram kıldığı zina, çalgı, içki, kumar, vb. kötülüklerin hepsi Fuhşiyâta dâhildir. Ayrıca fuhşiyatın artmasına da sebeptir.

Onun için haram kılınan ne varsa hepsi zarar, hepsi tehlikedir.

Bunların içerisinde bizleri fert ve cemiyet olarak en çok kayba ve yıkıma götüren ise hiç şüphesiz kadın-erkek münasebetleridir.

Bilhassa mahremiyete ve tesettüre riayet etmemenin, açılıp-saçılmanın toplumda nelere sebebiyet verdiğini hepimiz görüyoruz.

Buradaki sınırlar; bazen nefsimize ağır gelse de, bizleri maddi ve manevi yıkımlardan korumak ve huzur ve saadetimizin devamı içindir. Bunlara dikkat etmek bizleri günahtan ve fitnelerden koruduğu gibi, Rabbimizin emrine, Resulümüzün sünnetine uyduğumuz için tahmin ve tahayyül edemeyeceğimiz ecir, sevap ve dereceler kazandıracaktır. Neticesi, dünyada ve ahirette saadettir.

İslam Tarihinden Güzel Bir Misal : Hz.Musa (a.s.)’ın İffeti ve Genç Kızın Hareketi

“Âhirette rüsvay olmaktansa dünyada olmak yeğdir!”

Damat Efendi..

Vali, Kızını Neden Hizmetçisine Verdi.

Kendini  Zinadan Kurtaran Genç

Ömür Muhasebesi


İdrak sahibi her Müslüman Geçip-giden ve bir daha geri gelmeyecek olan kısa dünya ömrünün daima muhasebesini yapmalıdır.

Ayeti kerime ve hadisi şerifler, bizleri bu muhasebeye davet eder.

Haşr suresinin 18.ayetinde mealen şöyle buyrulur:

”Ey iman edenler; Allah’tan korkun ve herkes, yarın için, yani ahiret hayatı için, önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Hem Allah’tan korkun; çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

Peygamberimiz (sas) şöyle buyuruyor:

“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için hazırlayan kimsedir. Aciz kimse ise, nefsinin isteklerine tabi olan ve Allah’tan olmadık şeyler isteyen kimsedir.” (Tirmizi, Kıyame 25)

Yüce İslam dini bizler için hem dünya hem de ahiret saadetini vaat ediyor.

Bunun için de Hz. Allah’ın nimetlerinden istifade ederken, nimetin sahibini unutmamak, nankörlük etmemek ve bizlere olan emir ve yasaklarına uymamız yeterli olmaktadır.

Cenab-ı Hakka karşı kulluk görevlerimizin başında İman gelir.

Amentü’de ifadesini bulan İman nimeti ile şereflenen kimseleri Cenab-ı Hak, Cennetine davet etmektedir.

Bunun için de evvela farzları yerine getirmek, haramlardan sakınmak, Peygamberimiz (sas)in sünnetine uymak gerekir.

Bütün bu güzelliklerin yanında; bizi Hz. Allah katında en çok sıkıntıya sokacak ve bütün iyiliklerimizi yok edebilecek olan tehlikelerden de sakınmak gerekir. Bunların başında kul hakları gelir.

İslam dini kul hakkına o kadar önem vermiştir ki; ancak ödenerek veya o kul tarafından helal edilerek kul hakkından kurtulacağı beyan edilmiştir.

Onun için kul hakkı Allah’ımızın hakkından daha zorludur.

Çünkü Cenabı Hak zengindir, kendi hakkını affedebilir; ama kullar ihtiyaçlıdır. Haklarını almak isterler.

Ebu Hüreyre hz.nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Resulullah (s.a.s) efendimiz ashabına hitaben; “Müflis kimdir,biliyor musunuz?”  diye sorar.

Ashab-ı kiram bu soruya; “Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır.” şeklinde cevap verirler.

Bunun üzerine  Resulullah (sas)efendimiz şöyle buyurur;

“Ümmetimden gerçek müflis, kıyamet günü (dağlar gibi ameli ile)namazla, oruçla, zekâtla gelir.(Herkes ilk bakışta ona imrenir.) (Fakat,)Şuna sövmüş, buna iftira etmiş, bunun malını yemiş, şunun kanını dökmüş, bunu dövmüştür. Buna şu iyiliğinden, şuna şu iyiliğinden verilir. Eğer iyilikleri (verilmesi gerekenlere) yetmeden tükenirse, borçlu olduğu kimselerin günahlarından alınır ve ona verilir. Sonra da (bir yığın günahla, yüzüstü) cehenneme atılır.” (Müslim-Tirmizi)

Görülüyor ki kul haklarına riayet etmeyen kimseyi yaptığı ibadetler bile kurtarmamaktadır. Bu hususta bütün insanlar eşittir.

Hatta; Müslüman olmayanların hakkı Müslümanların hakkından daha tehlikelidir.

Onlarla ahirette helalleşmek mümkün olmayacağı için haklarını sonuna kadar almak isterler. Onun için İslam alimleri  gayri müslimlerin haklarına daha fazla hassasiyet göstermişlerdir.

İslam tarihine baktığımızda görüyoruz ki;

Geçmiş ve gelecek günahlarının tamamı bağışlandığı müjdelenen Sevgili peygamberimiz(sas) başta olmak üzere; Ashabı kiram, Büyük alimler ve Allah dostları, sürekli kendilerini hesaba çekmişler, yanlış yapmamak için son derece dikkat göstermişlerdir. Başta kul hakları olmak üzere, bilumum hayvan ve bitki haklarına dahi riayet etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın adaleti kesindir.

Her hak sahibine hakkını sonuna kadar verecektir.

Zerre miktarı iyilik de zerre miktarı kötülük de İlahi terazide görülecektir.

Şu hadis-i şerifi  ömrümüz boyunca tatbike çalışalım. Fahri  Kainat (sav) buyuruyor ki;

“Nerede olursan ol Allahü Teâlâ’dan kork, yaptığın bir hatadan sonra hemen onu telafi edecek bir iyilik yap, İnsanlara da rıfk ile, yumuşaklık ile muamelede bulun.”                                                                                 

SULTAN MAHMUD HAN’IN TEMBİHNÂMESİ

Sultan İkinci Mahmud Han, tahta çıktığı ilk günlerde sadrazama devlet işlerinin ve halkın hâlinin ıslahı için bir tembihnâme yazmıştı. Bazı kısımları şöyledir:

Malumdur ki Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur -meâlen- “…Muhakkak ki biz, seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya (nefsin arzularına) tâbi olma. (Sâd Sûresi, âyet 26) Buna göre ben ve vekilim olan sizler adaletle hareket etmekle ve nefislerimize uymamakla memuruz.

Nâil olduğumuz bu devlet ve saltanat, sırf Hazret-i Allâh’ın lütfudur. Uhdemizdeki hilâfet makamının asıl sahibi ancak Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Sana ilk tembihim şudur:

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere emaneti olan bütün ümmet-i Muhammed’in, küçük büyük bütün işlerini, dinimizin emri üzere hak ve adaletle göresin. Dinimizin emir ve yasaklarını icrâda son derece dikkat edesin ki, gerek devletimizde gerek halkımızın tamamında dîn-i mübîn-i İslâm’ın nûrâniyeti apaçık zuhûr edip bütün müminlerin hâlleri iyi olsun.

Gerek sen, gerek âlimler ve devlet adamları, verilen hizmetleri birlik ve beraberlik içerisinde göresiniz, ihtilâf ve nifâka sebep olacak hâllerden, başkalarının işlerine yersiz müdahaleden son derecede kaçınasınız.

Fakirlerin, gariplerin ve zayıfların hallerini merhamet ile araştırıp onları her türlü zulümden muhafaza edesin.

İstanbul’da sâkin olan halkın beş vakit farz namazlarını cemâatle edâ etmelerini temine gayret edersin. Bilhâssa cuma günleri sabah namazı, cemaat ile kılındıktan sonra Fetih Sûresi okunarak ümmet-i Muhammed’in selâmeti için dua ettiresin. İslâm nurunun parlamasına vesile olan bu gibi hâllerin icrâsıyla Peygamberlerin sultanı, Allâhü Teâlâ’nın habîbi, kıyamet günü şefâatçimiz olan Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın ve selef-i sâlihînin yolundan giderek güzelce gayret edesin, dünya ve âhiret saadetine mazhar olasın. Cenâb-ı Hak, cümlenize muvaffakiyet ihsan eyleye. Âmîn. (Yedikıta Dergisi)

 

NEFİS İLE MÜCADELE

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:

“Yaparken insanların seni görmesini istemediğin şeyi, yalnız başına kaldığın zaman da yapma.”

Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Hikmet sahibi iki zât varmış. Bunlar her karşılaştıkları zaman birbirlerine nasihat ederlermiş. Bir gün yine karşılaşmışlar. Birisi diğerine, “Bana, kısa ve özlü bir nasihatte bulun.” demiş. O da arkadaşına şu veciz nasihatte bulunmuş: “Allâhü Teâlâ, seni dâima görmektedir, öyleyse Allâh’ın nehyettiği şeyler ile meşgul olma, devamlı onun emrini tut.”

İnsan, Rabb’inden utanmalı, ahlâka ve âdâba uygun olmayan şeyleri, hiçbir kimsenin görüp bilmediği yerde bile olsa yapmamalıdır. Çünkü o gibi şeyler insaniyete yakışmaz, uhrevî mesuliyeti gerektirir. Nefsin kötü meyillerine, arzularına karşı koymak büyük bir fazilettir.

Malum olduğu üzere Müslümanlıkta nefis ile mücâhede, cihâd-ı ekber (en büyük cihâd) sayılmaktadır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir gazâdan döndüklerinde: “Küçük cihâddan, büyük cihâda döndük.” buyurmuşlar. Ashâb-ı Kirâm, “Yâ Resûlallah! Büyük cihâd nedir?” diye sorduklarında, Peygamberimiz (s.a.v.): “En büyük cihâd, nefis ile mücâhededir.” buyurmuşlardır. Nefs-i emmâre, en büyük düşmandır. Muharebede düşmanın silahıyla ölen bir Müslüman, şehâdet mertebesine erer, âhirette Cenâb-ı Hakk’ın manevî huzurunda büyük rızıklara nâil olur. Hâlbuki nefs-i emmâreye mağlup olan bir şahıs, zelil ve hakîr olur; ne dünyadan, ne de âhiretten istifâde edebilir.

Nefis ile mücâdele, cemiyetler için sair düşmanlar ile cihâddan daha mühimdir. Bir milletin fertleri, nefisle mücâhedede bulunmazsa ilim, ahlâk ve din cihetinden yükselemez. Bir millet, maddî kuvveti sayesinde düşmanlarına galip gelebilir, servetini ziyadeleştirebilir. Fakat bu maddî kuvvet, nefis ile mücâhede sayesinde kazanılan manevî kuvvet ve ahlâkî faziletler ile beraber olmazsa elde edilen muvaffakiyet devam edemez.

EBÛ UBEYDE BİN CERRÂH’IN (R.A.) SON NASİHATİ

Ebû Ubeyde bin Cerrâh radıyallâhü anh, Hazret-i Ömer radıyallâhü anh’in halifeliği zamanında Ürdün’de vâli iken tâun hastalığına yakalandı. Müslümanları topladı, onlara hitaben: “Sizlere birkaç nasihat edeyim ki eğer onları tutarsanız hayırdan hiç ayrılmazsınız:

Namazlarınızı kılınız, zekâtlarınızı veriniz, Ramazân-ı şerîf orucunu tutunuz, sadaka veriniz, haccediniz, umre yapınız, birbirinize nasihat ederek birbirinizi gözetiniz, emîrlerinize de itaat ediniz, onları aldatmayınız, dünya (malı) sizi meşgul etmesin. Bir kişi bin sene de yaşasa akıbeti ölmektir.

Hazret-i Allah, her insan için ölümü takdir etmiştir ve bütün insanlar ölecektir.

İnsanların en akıllısı Allâhü Teâlâ’ya en çok itaat eden, kıyamet günü(ne hazırlanmak) için en çok amel işleyendir.

Hazret-i Allâh’ın selâmı ve rahmeti sizin üzerinize olsun. Ey Muâz bin Cebel! Namazı insanlara kıldır.” buyurdu ve daha sonra vefat etti.

Muâz bin Cebel (r.a.) kalktı, “Ey insanlar! Hazret-i Allâh’a nasuh tevbe ile tevbe ediniz. Günahlarından tevbe eden hiçbir kul yoktur ki, Hazret-i Allah onu affetmesin. Kimin borcu varsa geciktirmeden ödesin. Çünkü borçlu kişi, rehin alınmış kimse gibidir. Sizden her kim, kardeşi kendisine darılmış olduğu hâlde sabahlarsa hemen kardeşinin yanına gitsin ve onunla barışsın. Müslümanın, Müslüman kardeşine üç günden fazla dargın kalması büyük bir günahtır.

Ey Müslümanlar! Sizler öyle bir zâttan mahrum kaldınız ki ben, gönlü iyilikle dolu olan, karışıklıktan uzak duran,  insanlara yardım edip onlara hayırlı nasihatlerde bulunan onun gibi birini bilmiyorum. Hazret-i Allah, ona rahmet etsin.” dedi.

Kaynak : Fazilet Takvimi 

***

EY İNSAN!

ŞEYH EBÛ MEDYEN’DEN (K.S.) HİKMETLİ SÖZLER


İlimlerin en faydalısı, kulun dinine ve dünyasına ait vazifelerini bilmesidir.

Gaflet ve vesvesenin mahalli, dünya ehlinin kalbi; zikir ve Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmanın mahalli de âriflerin kalpleridir.

Allah korkusu, manevî bir kırbaçtır ki insanı tâate sevk edip isyandan men eder.

Kendine bir meziyet ve makam nispet eden kimse, Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran yollardan uzaktır.

Sadık kul, kurtuluş ve felahı ancak Mevlâ’sından bekler. 

Yiğit, o kimsedir ki; insanlar ile olan meşguliyetleri ona, Cenâb-ı Hakk’ı unutturmaz. Kulların kendisine yaptığı iyiliklerini görür, kötülüklerini görmezden gelir.

Yaptığı işleri sırf Allah rızası için yapan kimse, riyadan kurtulur.

İhtiyaçlarını herkese bildirerek hâlinden sürekli şikâyet edenler itibar görmezler, gizleyenler ise Cenâb-ı Hak ve insanlar nazarında muhteremdirler.

Hak yoldan mahrumiyetin sebebi, maksada ulaştıracak rehbere uymayı bırakıp da kendi hevâsına göre hareket etmektir.

İnsanlara güzel muâmele edip nasihat kabul eden kişi, en şerefli derecelere ulaşır.

Yeteri kadar ilim ve irfân öğrenemedim diye üzülmek, terakkî alâmetlerindendir.

Nefsinin şerrinden Cenâb-ı Hakk’a sığınmayan kimse, nefsine mağlûb olur. 

Bedenin perhizi, âzâların, Allâhü Teâlâ’nın emrine itaat etmesi ile olur; kalbin perhizi, kalbin Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyletmemesiyle olur; nefsin perhizi, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine karşı inat etmemesi ile olur. 

 / FAZİLET TAKVİMİ 01 Aralık 2021, Çarşamba