Öne Çıkarılmış Yazı

“De ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız, …

de-ki

Reklam

Muhkem Sarayın Kubbesi

Hac ibadeti dinimizin beş esasından biridir.

Yüce İslam dini Muhkem bir Saraya benzetilirse, bunun temeli İman ve şahadettir. O asıldır, din bunun üzerine bina edilir. Bu temel üzerindeki binanın ana direkleri Namaz’dır. Tabiri caiz ise onun destekleri ve duvarları Oruç ve zekâttır. İçinin tezyinatı; diğer Vacip, Sünnet, Nafile ibadetlerdir.

Bu binanın kubbesi ise Hadis-i şerifte ifade buyrulduğu üzere Hac ibadetidir.

Nitekim Hac emri, diğer farzlardan çok sonra Resulullah (sas.)in irtihalinden yaklaşık bir buçuk yıl önce, hicretin 9.yılında farz kılınmıştır.

Bununla dinimizin esasları tamamlamıştır.

Resulullah efendimiz(sas) o sene Hz. Ebu Bekir efendimizi Hac emiri olarak gönderdiler, ertesi sene ise kendisinin ilk ve son haccı olan veda haccını yaptılar. Arafat’ta o meşhur veda hutbesini irad buyurdular.

Ve kendisine “Bu gün sizin dininizi ikmal ettim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak İslam’dan razı oldum” mealindeki Maide suresinin 3. ayeti nazil oldu.

Artık kıyamete kadar geçerli olacak olan o yüce din; hac ibadeti ile tamamlanmıştı.

Tıpkı bunun gibi Hac farizasını layığı ile eda etmeye muvaffak olan, oradaki manevi güzellikleri tam manasıyla yaşayan kimselerde İslam nimetinin kemale ermesine bu hadisi şerifte işaret vardır.

Al-i İmran suresinin 96. ve 97.Ayet-i kerimelerinde Yüce Mevla’mız şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed, Mekke’deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yolu gösteren Kâbe’dir.

Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini gösteren apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim vardır. Kim O Kabe’ye girerse emniyette olur.

(O halde) Yoluna gücü yeten kimsenin Beytullah’ı haccetmesi Hz. Allah’ın kulları üzerinde bir hakkıdır.

 Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Hz. Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur.” .”(Al-i İmran,96-97)

 Bu Ayet-i kerimenin tefsirinden öğreniyoruz ki; Allahü Teala Hz. Adem (as.)ı yer yüzüne indirirken; ”Ey Adem ben seninle birlikte Arşımın etrafında olduğu gibi, etrafında tavaf edilecek; Arşımın yanında namaz kılındığı gibi yanında namaz kılınacak bir Beyt-i Şerifi de indiriyorum.” buyurdu.

Bu bakımdan haccın Farz olmasının sebebi (Arş-ı A’lanın yer yüzündeki bir temsilcisi gibi) Allahü zül celalin kendi zatı Şeriflerine tahsis edip “evim” diyerek taltif ettiği, Nuru ile tecelli buyurduğu Ka’be-i Muazzama’nın yer yüzünde varlığıdır.

Kâbe-i Muazzama bir adet olduğu için de Hac bir defa farzdır.

Kâbe-i Muazzama’ nın bereketi ile onun civarında bulunan Safa ve Merve tepelerini de Cenab-ı Hak, İslam’ın Şiarından, Dinin alametlerinden saymıştır. Onun çevresi belli bir yere kadar Yüce Allah’ın haremi sayılmış, çevresindeki bütün canlılar o kutsiyetten nasiplenmiştir.

Bunu maddi ölçülerle anlamamız mümkün değildir. Zaten Cenabı Hak Orada nefsin hoşuna gidecek bir maddi özellik yaratmamıştır.

Bir büyük zatın beyanına göre; “Orası yeşillik, sulak vb. bir yer olsaydı, cebabire (dünya ehli)oraya piknik yapmaya gelirdi.”

Ancak inanan insanlar, İman, İhlas ve gayretleri ölçüsünde oranın feyzinden, nurundan nasiplenirler. Orada maddiyattan, dünyevilik’ ten, nefsaniyetten sıyrılıp, manevi güzellikleri yaşamaya çalışırlar. Orada hepimiz için nasip vardır.

Her namazda o mübarek makama yönelerek Cenabı Hakka ezelde verdiğimiz ahdi tazeleriz. Oraya daima derin bir muhabbet ve hürmet besleriz.

Bu hürmet ve muhabbet imanın bir gereğidir.

Her mümin Hacca gitmenin, gidemedi ise Umreye giderek o mübarek makamlardan nasiplenmenin gayretinde ve heyecanındadır.

Gitme imkanı olmayanlar da niyet, gayret ve muhabbetleri nisbetinde gitmiş gibi derece kazanırlar. Hutbemin başında okuduğum hadisi şerifte şöyle müjdelenmiştir: “Makbul olan haccın mükâfatı ancak cennettir. İki umre de arasında işlenen (küçük) günahlar için keffârettir. (Sünen-i Nesâî)

Ne mutlu bu zenginliği kalbinde doya doya yaşayan, o mübarek makamların şefaatine ve müjdelere nail olanlara…      

Hacca Giden Nasıl Berat Belgesi Aldı.(Saflık ve Samimiyet)

TESLİMİYET – TESLİMİYET

            

Daha fazla mutlu olmak için!

Alim ve bilge bir insan günlerden bir gün talebesi ile birlikte yaşadıkları yerin civarında gezerlerken, bir tarlanın yanındaki ağaçlardan birinin altında eski bir çift ayakkabı gördüler. Muhtemelen o civarda, tarlasında çalışan birisinin ayakkabısıydı.

Talebe: “Hocam bu ayakkabıyı saklasak da, sahibi geldiğinde ayakkabısını bulamayınca, o anki halini seyretsek olur mu? Hem dünya malını yitiren bir kişinin halini müşade etmiş, dersler çıkarmış oluruz” dedi.

Hocası: “Alacağımız dersleri yada bir şeyleri izleyerek duyacağımız hazzı ve sevinci başkalarının üzüntüsü veya kaybının üzerine kurmak doğru değildir. İstersen şöyle yapalım. Sen varlıklı bir ailenin çocuğusun. Bu ayakkabının içine bir miktar para bırak, sahibinin gelip bunu gördüğü zamanki sevincini seyredelim” 

Talebe bu teklifin daha güzel ve hikmetli olduğunu düşündü. Adamın ayakkabısının içine bir miktar para koydu. Hocası ile görünmeyecek şekilde bir ağacın arkasına saklanıp beklemeye koyuldular.

Bir süre sonra, ayakkabının sahibi geldi. Elbiselerini değiştirdi, ayakkabısını giyerken içinde bir şey olduğunu farketti. Baktığında bunun para olduğunu gördü. Bir müddet etrafına bakındı, hiç kimseyi göremeyince, dizleri üserine oturdu ve ellerini açıp:

“Ya Rabbim, Sen kalplerde olanı bilensin. Eşimin hasta, çocuklarımın aç olduğu sana malumdur. Verdiğin bu nimet için sana sonsuz şükürler olsun.” deyip gözyaşlarına boğuldu ve uzun bir süre ağladı. Bunu gören Hoca ile talebesi de göz yaşlarını tutamadılar.

Sonra Hoca talebesine döndü: “Bu senin yaptığın ilk tekliften daha güzel olmadı mı, şu an daha mutlu ve huzurlu değil misin?” dedi.

Talebesi: “Evet Hocam, daha mutlu ve huzurluyum. Şimdi, daha evvel anlamadığım şu cümlenin de manasını anladım. Verdiğin zaman, aldığın zamankinden daha mutlu olursun.”

Vermek ise sadece mal ile alakalı bir şey değildir. Sahip olduğun her şeyden verebilmek ile alakalı bir durumdur.

Sonra Hoca devam etti:  

“Evladım! Güçlü ve haklı olduğunda affetmek: Vermektir.”

“Yokluğunda kardeşine dua etmek:  Vermektir.”

“Başkasının hakkında iyi olanı düşünmek: Vermektir.”

 “Haksız iken özür dileyebilmek: Vermektir.”

 “Namahrem olana kem gözle bakmamak: Vermektir.”

“Başkasının hakkını korumak, hukukuna riayet etmek: Vermektir.”

“Güler yüz ile muamele etmek: Vermektir.”

“İnsanların gönüllerine sevinç ekmek:  Vermektir…”

Sevincimizi başkalarının üzüntüsü üzerine değil sevinci üzerine kurmak dileğiyle.

Reklam

Renk Renk Saat Standları

Hz. Allah kimlerle beraberdir?

Sabır kelime olarak: “Tutmak, tahammül etmek, beklemek, zorluk ve sıkıntılara katlanmak” manalarına gelir.

Dini bir terim olarak ise: “Aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefsini hapsetmek, kendine hâkim olmaktır.”

Sabrın sonu selamettir, başarıdır.  Peygamber efendimiz(s.a.v); “Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir” “Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende bir çok hayır vardır” buyurarak sabrın faziletini anlatmış ve tavsiye etmiştir.

Müminlerin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri de Kur’an-ı Kerimde methedilmiştir.

Yaşadığımız şu imtihan dünyasında hepimiz zaman zaman hikmetini bilemediğimiz için ilk başta hoşumuza gitmeyen ve zorlandığımız hallerle karşılaşırız.

Bu durumlarda bizim imdadımıza yetişecek en güzel haslet, sabır ve teslimiyettir. Bu sabır, o halin zararından kurtardığı gibi, bizleri kişilik olarak da olgunlaştırır.

 En mühimi ise Allah için gösterilen sabrın karşılığındaki büyük mükâfattır.

 Bu mükafat dünyada da verilebilir. Ama asıl karşılık Hz.Allah’ın katındaki büyük manevi kurtuluştur.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in yetmişten fazla yerinde sabırdan bahsedilir.

 Ve hiçbir amele verilmeyen mükâfat, sabır karşısında va’dedilir.

Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız olarak ödenecektir.”ayeti kerimesi buna delildir.(Zümer suresi 10)

İslam büyükleri sabrı üçe ayırmışlardır:
Birincisi  Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uymakta sabırdır (sebattır),

Mesela: Namaz sabırdır. Günlük iş akışı içerisinde namaz vakitleri girer ve hemen programımızı ona göre ayarlarız. Bu nefse çok ağır gelir.

Oruç tamamen sabırdır. Zekatta sabır vardır. Hac ibadetinde en mühim husus sabırdır. İlim öğrenmede, cihat etmede sabır şarttır.

Bu sabrın karşılığında Cenab-ı Hak; Cennette, her biri arzla sema arası kadar olan üç yüz derece verecektir.

-İkincisi, haramlardan korunmakta  sabırdır.   (direnmektir), Gözümüzü, kulağımızı, dilimizi tutmak, yiyeceklere her daim dikkat etmek, hayatımız boyunca haramlardan sakınmak sabrın çok mühim bir kısmıdır.

Haramlar karşısında sabır elbette daha zordur. Nefisle cihadın daha üst mertebesidir. Derecesi de o nisbette büyüktür. Bunun sahibine her biri yerle yedinci kat sema  arası kadar olan altı yüz derece verilir.

-Üçüncü olarak ise musibetlere karşı, bilhassa ilk  geldiği anda  sabretmek (katlanmaktır).

Bunun sahibine  Hz.Allah, her biri Arş ile yeryüzü arası kadar olan yedi yüz derece verecektir. Bu, sabrın en zoru ve derecesi en büyük olanıdır. .(İhya,C.4 sabır bahsi)

Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Mevla, en sevdiği kulları olan peygamberlerine en ağır musibetleri vermiş ve onların sabırlarını Kur’an-ı Keriminde methetmiştir.  “Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.”(Bakara,153) ayeti kerimesi, sabreden kulun Hz. Allah’ın maiyyetinde olduğunun müjdesidir ki anlayanlar için tarifi imkansız bir şereftir.

Çünkü sabrettikçe “maiyyet-i İlahi”, yani Cenab-ı Hakla beraber olma, ona yakın olma hali daha da artmaktadır.

Nitekim İmamı Rabbani Hz. Şöyle buyuruyor: “Başa gelen belâlar, sıkıntılar, her ne kadar acı ve üzücü görünür ise de, bâtına yani kalbe, ruha tatlı gelir. Çünkü, beden ile ruh birbirinin  zıddı, tersi gibidir. Birine acı gelen, ötekine tatlı olmaktadır.” ( 159. Mektup)

Bu, bela ve musibetin derecesine göre artar, ama biz Cenabı Hak tan af ve afiyet istemeliyiz. Nitekim hadisi şerifte de “Hz.Allahtan af ve afiyet isteyin.” Buyrulur.

Rabbimizden gelen her şeyi hoş karşılamak imanın en yüce mertebelerindendir. Eğer Cenab-ı Hak sevdiği kulunu dünyada son derece rahat ve müreffeh kılsa idi, buna en layık olan, başta Resulullah (sav) olmak üzere; peygamberler ve Allah dostları olurdu. Ama biliyoruz ki; ”Belanın, imtihanın en şiddetlisi enbiyaya sonra evliyaya sonra da derece derce müminlere gelmektedir.“ (Ramuz ul ehadis)

Çünkü dünyadaki sıkıntılar mümin için ahirette mağfirettir, cennette derecedir.

Hadis-i Şerifte: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi; Hz.Allah, onun hatalarını bağışlamaya, mağfirete vesile kılar.”(Buhari) buyrulmuştur.

Teslimiyet Nasıl Olmalı?

Sabır ve Teslimiyet

Nimete Şükür, Belalara Sabır etmek

Gerçek Mümin Nasıl Anlaşılır?

ACELENİN ZARARI, SABRIN FAYDASI

Sabır ne zaman önem kazanır?

“BELAYA SABRETMEK İBADETTİR”

SABRETMENİN MÜKAFATI

BELÂLARIN HİKMETİ

SABIR HAKKINDA GÜZEL BİR HİKAYE (DELİ HÜSEYİN)

Allahü Teala Yükümüzü Bu Arslana Yükletti(Hanımların sıkıntılarına katlanmak)

 

Müslümanın Hakîkî Bayramları

Mübarek Ramazanı şerifi bütün güzellikleri ile tamamlayıp, Cenabı Hakkın lütfettiği bayramı idrak ettik.

Ramazanı şerif, her yönü ile bizleri kuşatmış olan dünyevilikten ve maddiyattan sıyrılıp kulluk zevklerini yaşatan, ahiret hazzını hatırlatan, manevi yönden bizleri derleyip toparlayan, bir aydı.

Ramazanı şerifin sayılı günlerde sabreden kulları için bayram ikram eden Yüce Mevla’mız, sayılı olan şu dünya günlerinde, iman ve itaat üzere sabreden kullarına ebedi Cenneti ile bayram yaptıracaktır.

Bu bayramlar bizlere ebedi saadet olan cennet ve cemali ilahiye kavuşma heyecanını hatırlatmakta ve kulluk vecibelerimize daha sıkı sarılmamızı sağlamaktadır.

Nasıl ki, esaslı bir bakımdan geçen bir cihaz daha iyi çalıştığı gibi; manevi takviyeden geçen bizler de elbette ibadet ve taatta daha dikkatli ve gayretli olmalıyız. Ramazanı Şerifte bizlere ihsan edilen İlahi mükâfatları ve manevi zenginlikleri zayi etmemek için, başta kul hakları olmak üzere bütün haramlardan şiddetle sakınmalı; beş vakit namaz başta olmak üzere bütün ilahi emirlere de sımsıkı sarılmalıyız.

Bu dünya bizim ebedi vatanımız değildir; kendimizi ahirete hazırlamalıyız.

Dünyadaki her nimet bizlere cenneti ve onun nimetlerini hatırlatmak ve oraya hazırlanmamız içindir. Mübarek günler ve aylar da eksiklerimizi daha hızlı telafi etmemiz içindir.

İslam büyüklerinin beyanına göre Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:

1.Her günün sonunda, sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.

2.Ömrün sonunda,sekerâtü’l-mevtte (yani ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.

  1. Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.

4.Mahşerde Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihlerle  beraber gölgelendiğinde.

  1. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık,( bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz) olan Sırat Köprüsü’nden geçip cennete ve orada da Cemali ilahi ye kavuştuğunda,yaşanacak bayram en büyük bayramdır.

Evliyâdan bir zât şöyle buyurur: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”

Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.

Hepimizin en büyük arzusu bu bayramları yaşayabilmektir.

Onun için eksiğimizle noksanımızla da olsa; ümitsizliğe kapılmadan, peşini bırakmadan, birbirilerimizin elinden tutarak, son anımıza kadar kulluk vecibelerimize sımsıkı sarılmalıyız.

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:

“(Ey insanlar!) Rabbinize karşı gelmekten sakının, Beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, Mallarınızın zekatını verin, Sizden olan emir sahiplerine(din büyüklerine) itaat edin. Böylelikle Rabbinizin cennetine girersiniz.” (Tirmizî)

Ayeti kerimelerde de mealen şöyle buyruluyor:

“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru olanlar, (istikamet üzere devam edenler) için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennet ehli olan kimselerdir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette ebedi kalacaklardır.” (Ahkâf sûresi 13-14)

İşte, hepimizin beklediği en büyük kurtuluş, en büyük saadet, en büyük bayram.

Nalbant Reçete Verirse

K ı s s a

Vaktiyle adamın birinin gözü ağrımış. Bir nalbanta söylemiş, o da “Ben sana bir merhem vereyim, onu hasta gözüne sür, iyi olursun” demiş, merhemi gözüne sürmüş, kör olmuş!

Kadıya gitmiş, nalbanttan şikayetçi olmuş. Kadı “sen onun nalbant olduğunu biliyor muydun?” diye sormuş; “evet…” deyince “O halde bir tazminat almaya hakkın yoktur” hükmünü vermiş.

Yarım hekim candan, yarım âlim dinden imandan edermiş… Dinimizi ehliyetli ve icazetli hakikî din âlimlerinden öğrenelim. Nalbantlardan, bid’atçilerden, reformculardan değil!

Hayırlı Bayramlar


Ramazan Bayramı Mesajları için tıklayınız…

Şeytan Ne İle Korkutur?

Evveli Rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemden kurtuluş olarak müjdelenen Ramazan-ı Şerifin son on gününe yaklaşıyoruz. İlk günlerdeki Rahmet, mağfiret sağanağı hız kesmeden devam etmekte ve son on gün, kulların Cehennemden kurtulup Cennetlikler defterine kaydolacağı müjdelenmektedir. Bu müjdeye ve bu günlerin büyük feyz ve bereketine kavuşmak isteyenler, Ramazan-ı Şerifin son on günü girdiğinde gevşemek şöyle dursun ibadet, taat, dua ve ilticaya daha çok ağırlık vermekte; kendilerini cehennem ateşinden kurtaracak olan, zekat sadaka-i fıtır ve diğer hayır ve hasenatlarını artırmaktadırlar.

Son on gece Leyali-i Aşera, yani ayet-i kerimede esrarına yemin edilen on mübarek gecelerdendir.
Bu Rahmet iklimi içerisinde, Ramazan-ı Şerifte yaptığımız bütün ibadetlerimizin eksiklerini giderecek, adeta Ramazan-ı Şerifin ve Oruçların Sehiv secdesi sayılan ve 
kısaca fitre dediğimiz Sadaka-i Fıtır’dır.

Fitre; Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında nisap miktarı mala sahip bulunan her Müslüman’ın vermesi vâcib olan sadakadır.

Fıtrat yani yaratılış sadakası demektir. 

Hz.Allâh’ın bizleri en güzel varlık olarak yaratmasına mukabil bir teşekkür; Ramazan ayına kavuşma, rahmet-mağfiret ve feyzinden istifâde etme nimetine bir şükürdür.

Nisap miktarı ise zekâtla aynıdır. Ancak zekâtta olduğu gibi malın üreyici olması ve üzerinden bir sene geçme şartı yoktur.

Kişinin bakmakla yükümlü olduğu şahıslara da vâciptir.

Veliler çocuklarının yerine de fitre verirler.

Fitrenin Vâcib olma vakti Ramazan bayramının birinci günü fecrin doğuşundan başlayıp bayram namazından çıkma anına kadardır. Bununla beraber vaktinden evvel de verilebilir. Tabî ki efdal olan, fakir ve yoksulların ihtiyaçlarını bayramdan evvel karşılayabilmeleri için, önceden veya vaktinde vermektir.

Fitrenin miktarı, kişinin kendi yediğinin ortalamasından,bir günlük; yani iki öğünlük yemek bedelidir. Her sene hesaplanıp camilerin girişlerinde ilan edilir.

Ancak, mümkünse o miktarın da üstüne çıkmaya çalışmak akıllıca bir iştir.

Çünkü sene içerisinde vereceğimiz hiçbir sadaka bunun yerini tutmayacaktır.

Rahatsızlığından dolayı oruç tutma imkânı olmayanların vereceği oruç fidyeleri de aynı miktardadır. Fitrenin veriliş yerleri zekat ile aynıdır.

Peygamber Efendimiz(sav) bayram namazını kılmazdan evvel eshâbına sadaka-i fıtır ile emreder ve hutbemin başında okuduğumMuhakkak sadaka-i fıtrını veren kurtuldu” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okurlardı. (A’la 14.)

Ayrıca hadîs-i şeriflerinde de fitre ile alakalı olarak şöyle buyururlardı:  

”Sadaka-i Fıtır, Oruçlu için hatalı ve çirkin sözlerden temizlik, yoksullar için yemektir. Kim onu bayram namazından önce verirse o makbul bir sadakadır,kim de bayram namazından sonra verirse o sadakalardan (herhangi) bir sadakadır.”

“Ramazan orucu, semâ ile arz arasında askıdadır. Oradan yukarı ancak sadaka-i fıtır ile yükselir.”

İnsani bir meziyet olan Sadaka ve iyilik dinimizde daima teşvik edilmiştir.

Ayeti kerimede şöyle buyrulur:

Şeytan, fakirleşirsiniz diye korkutup, size cimriliği, çirkin şeyleri emreder, sadaka verdirmek istemez.Hz.Allah ise kendi lütfundan size mağfiret ve bol nimet vadediyor. Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.”(Bakara 268)

Hadisi şeriflerde ise şöyle buyrulur:

Sadaka vermek malı eksiltmez. Kul başkalarının hatalarını bağışladıkça Allah’da onun şerefini artırır, Kul Allah için tevazu gösterdikçe Allah da onu yükseltir.” (Müslim, Birr 69)

Hastalıklarınızdan sadaka ile kurtulun, Zekat ile mallarınızı koruyun…”

Sadaka belâları defeder, ömrü uzatır, kötü ölüme mani olur.”

”Sadaka vermekte acele edin. Çünkü bela, sadakayı geçemez.” (Beyhaki)

KABİRDEKİLERE İSMEN DUA ETMENİN FAZİLETİ

Mübarek bir zat, her cuma günü, cuma namazından sonra hatim duası yapardı.
Duası bir veya bir buçuk saat kadar sürerdi.
Başta Peygamber efendimiz olmak üzere, bütün Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın, Tabiin ve Tebe-i tabiinin, mezhep imamlarımızın, itikad imamlarımızın, bütün Silsile-i aliyye büyüklerinin, büyük âlim ve evliya zatların tek tek isimlerini zikrederdi.
Ayrıca, o güne kadar vefat etmiş kendi talebelerinin, akrabalarının, arkadaşlarının isimlerini de zikrederdi.

Bir gün talebelerinden biri cesaret edip bu durumu mübarek zata sual eder: -Efendim, “kâffe-i ehli imanın ervahına” yani “bütün iman ehlinin ruhlarına” desek, bu sevabların hepsi bütün Müslümanlara gider mi?
Tabii gider.
-Peki efendim, tek tek isim saymanın farkı nedir?
-İsmen sayıldığı zaman, o hediye edilen hatim, Fatiha, dua ve tesbihler,  yani her ne varsa, altın tabaklar içerisinde vefat etmiş olan o zata verilirken, bunu sana dünyadan,
seni seven şu kişi gönderdi derler. “Kâffe-i ehli imanın ervahına”
denilince, kim göndermişse onun ismi bildirilmez, ama isim söylenirse, şuna
gönderdim, buna gönderdim denirse, büyük bir zat ismen gönderilen bu
sevabların kimden geldiğini bilirse, dikkatini çeker, o da ona dua eder. buyurdu..

Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı vardır. Biz o büyük zata gönderirsek, o da
muhakkak bize dua ve şefaat eder.
Elimizdeki fırsatı kaçırmamalı, vakit müsaitse, hiç olmazsa birkaç büyüğe, ismen göndermeye çalışmalıdır

Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki:
“Râbi’a-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rü’yâmda gördüm. Bana dedi ki: Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nurla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır.”
“Bu nasıl oluyor?” dedim. “Hayatta olan mü’minler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filan dostunun hediyesidir) denilir” buyurdu…

Rabbim ahirete göçmüş yakınlarımıza ve Ümmeti Muhammedin ölmüşlerine rahmetiyle muamele eylesin. Makamlarını Cennet’i,  Ali ruhlarını şad eylesin.

MEZARLIKTA SEVAP PAYLAŞIMI

KABİR HASEB VE NESEB YERİ DEĞİLDİR.

 

MEKKE MEDİNE İLAHİLERİ

Kaynak: İlahi Yolu 

İMÂM EBÛ YÛSUF HAZRETLERİNİN HARUN REŞÎD’E NASİHATLERİ

Abbâsî Halifesi Harun Reşîd, kimseye haksızlık yapmamak için, başkâdısı olan İmâm Ebû Yûsuf Hazretlerinden, öşür gibi, halktan toplanılan mallar hakkındaki dînî esasları beyan eden bir kitap yazmasını istemişti. O da Kitâbü’l-Harâc ismindeki eseri kaleme almıştır. Bu eserin baş tarafında, halifeye bazı nasihatlerde bulunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:

Ey Müminlerin Emîri! Cenâb-ı Hakk’ın senin üzerine yüklediği, kullarının işlerini dikkatlice gör. Bu husûsta dâima Cenâb-ı Hakk’ın emrini tut, başka hiçbir düşüncen olmasın. Yoksa gayet geniş, kolay ve açık olan hidâyet yolu sana meçhul kalır, o yola gitmen güç olur.

Nefsini, Hakk’a râm edip hevâdan (gayr-ı meşrû arzulardan) ve Hak’tan başkasıyla meşgul olmaktan men et. Zira herkes, himaye etmeyi üstlendiği kimseleri, tehlikeli yerlerden sakınmakla, -Allâh’ın izniyle- selametle gideceği yollara sevk etmekle mükelleftir. Buna gücü yeterken onlarla alâkadar olmayıp bir kısmı zâyi olsa, bundan mesul olur. Şimdi sen de emrin altındakileri zâyi etmekten gayet sakınasın, ta ki onların sahibi olan Allâhü Teâlâ, hesaplarını senden sorduğunda mahcup olup kendin helâk olmayasın.

Cenâb-ı Hakk’ın emrini tutarak işlediğin her işte, güzel netice alıp muvaffak olursun. Memur olduğun vazifeyi terk ettiğinde ise zarar görürsün. Memur olduğun vazifeni ihmal edip unutursan, sen de unutulursun!

Güvenilmeyen ve hayır ehli olmayan kimseleri istihdam etme, zira halkın işlerini onlara havâle etmek, halkın helâkine sebeptir.

Dünyada mukadder olan vakitlerini boşa geçirme, Cenâb-ı Hakk’ı zikir, tesbîh, tehlîl, hamd ile meşgul ol. Peygamber Efendimize (s.a.v.) salevât-ı şerîfe getirmeyi dilinden düşürme.

Selef-i Sâlihîn’in (Ashâb-ı Kirâm ve Tâbiîn’in, din büyüklerinin) yolundan git, sünnetleri ihyâ et. Zira sünnet-i seniyyeyi işleyerek ihyâ etmenin çok büyük ecri ve derecesi vardır. Mükâfâtı, ebedî hayata kadar uzanır, sonu gelmez, sevabı tükenmez en büyük bir hayırdır.

 

 

Rahmet ve Mağfiret Deryası

Yarın akşam ilk teravih ve ilk sahur ile mübarek Ramazan-ı Şerife yani rahmet ve mağfiret deryasına dalmış olacağız.

Bir Hadis-i Şerifte şöyle müjdelenir;Kim ki Ramazanın girişi ile sevinir, ferahlar ise Cenab-ı Hak o kişinin cesedini Cehennemine haram kılar.”

Başka bir Hadis-i Şerifte ise şöyle buyrulur: Ramazan ayı geldiği zaman Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır ve Şeytanlar bağlanır.

Bütün bereketlerin toplandığı, müminlerin umumi affa, mağfirete ve hidayete nail olduğu bu ayın, Ayeti Kerimede ifade edildiği üzere çok önemli iki özelliği vardır:

Birincisi, bu ayda inen Kur’an-ı Kerimdir. Ki bu ay, faziletini bundan alır. Diğeri de İslam’ın beş esasından biri olan oruçtur.

İşte bu muazzam değerleri ve yaşanması gereken onca güzelliği ile; Ramazan ayı bizlere, bir türlü kurtulamadığımız dünya meşgalesinin ötesinde ahiret nimetlerini hatırlatacak, kulluk zevklerini tattıracak, feyiz ve nur dolu atmosferi ile kalplerimizi ve ruhlarımızı kuşatacaktır.

Selman-ı Farisi Hazretleri anlatıyor:

Rasülullah (S.A.V), Şâban ayının son günü bize bir konuşma yaparakş şöyle buyurdu:

“ Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir ay sizi gölgelemiş bulunuyor.

Öyle feyizli bir ay ki, içinde bin aydan daha hayırlı kadir gecesi vardır.

Öyle bir ay ki, Allah onun orucunu farz; gecesinin terâvihini kılmayı da sünnet saydı.

Kim hayırdan bir haslet ile rızâ-i ilâhiye yaklaşacak olursa, (yani bir nafile ibadet yapacak olsa) diğer aylarda bir farz edâ etmiş gibi olur.

Kim o ayda bir farz edâ ederse diğer aylarda 70 farzı edâ etmiş gibi olur.

O, ibâdette sabır ve sebat gösterme ayıdır. Sabrın sevâbı ise cennettir.

O, ihsan ayıdır. O, öyle bir aydır ki, içinde müminin rızkı artırılır.

Kim o ayda bir oruçluya iftar ettirirse, günahları için mâğfiret ve ateşten kurtulmasının vesilesi olur.

O ziyâfet verdiği kişinin ecrinden hiçbir şey noksanlaşmadan sevâbının bir misli de kendisine verilmiş olur.”

 Eshâb-ı Kirâm;

“Ey Allah’ın Rasülü hepimiz iftar ziyâfeti verecek şeyi bulamıyoruz” dediler. Rasülü Ekrem  (S.A.V) Efendimiz şöyle devam etti:

“Allah, bu sevâbı bir tek hurma, bir yudum süt veya bir yudum su ile iftar ettirene de ihsan eder.

 Bu ayın evveli rahmet, ortası mâğfiret, sonu cehennem ateşinden kurtuluştur. Kim bu ayda hizmetçisinden işi hafifletecek olursa Allah onu affederek ateşten âzâd eder.

Bu ayda dört hasleti çoğaltınız:

İkisi ile Rabbinizi hoşnut edersiniz. Bunlar;

Allah tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhitlik etmeniz; ve bir de ondan mağfiret dilemenizdir.

 Diğer iki haslete gelince, ondan hiçbiriniz müstâğni kalamazsınız.

(yani hepiniz buna muhtaçsınız)

 Bunlar Allah’tan Cennet istemeniz ve Cehennemden ona sığınmanızdır.

 Kim bir oruçluya su içirirse, Allah’ta ona benim Kevser havuzumdan kana kana içirecektir. Artık o kişi cennete giresiye kadar asla susamayacaktır.”  

Ramazan-ı Şerif ayını ganimet bilmeli ve bu aydan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalışmalıyız.

Bu ayda en az bir kere Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmeli, mukabele ve sohbet dinlemeli, teravih ve teheccüd namazları ile gecesini ihya etmeliyiz.

 İmam-ı Rabbânî Hz. şöyle buyuruyor: “Kim ki bu ayda hayırlara ve salih amellere muvaffak kılınırsa bu muvaffakiyet senenin tamamında onun arkadaşı olur. Ve eğer bu ay manevi dağınıklık ile geçerse, senenin tamamı da dağınıklık üzere geçer.”(Mektubatı Şerif,c.1 M.45)

Hz. Ali efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Şayet Cenab-ı Hak, Ümmet-i Muhammed’e azap etmek isteseydi, Ramazan-ı Şerif ayını ve “Kul hüvellahü ehad” süresini onlara ihsan etmezdi.” (Zavü’ş-Şems c.2 s.146)

Ne mutlu, bu mübarek ayın kıymetini bilip, ebedi saadetlere nail olanlara…

***

  1. Ramazan-ı Şerif ve Oruç 

  2. RAMAZAN-I ŞERİF VE KUR’AN-I KERİM 

  3. RAMAZAN AYININ FAZİLETİ

  4. Zekat Neden Ramazan Ayında Verilir?

  5. ÜMMET-İ MUHAMMED VE KADİR GECESİ

  6. KADİR GECESİ’Nİ ARAMAK VE KADİR GECESİ’NİN FAZÎLETİ, KADİR GECESİ’NİN HUSÛSİYETLERİ

  7. Hz.İsa A.S., Niçin Ümmet-i Muhammed’den Olmak İçin Dua Etti?

  8. İğne yaptırmak orucu bozar mı?

  9. KUR’ÂN-I KERÎM HATMİ

  10. Arefe, Bayram Günleri ve Gecelerinin Fazileti, Müslümanın Bayramları

  11. Mü’minlerin Ahiretteki Bayramları

  12. 🙂 RAMAZANI ŞERİF FIKRASI : O MÜBAREK HİÇ MEMNUN OLMASA…..

  13. 🙂 Ramazanı Şerif Fıkrası:Tilki’nin Orucu

  14. 🙂 Ramazan Fıkrası : Temel’den İmam Olursa

  15. 🙂 Ramazanı Şerif Fıkrası:Bugün Ramazan’ın Kaçı?

  16. 🙂 RAMAZANI ŞERİF FIKRASI : BU SICAKTA KOLAY İŞ DEĞİL

  17. 🙂 Ramazanı Şerif Fıkrası:Bugün Ramazan’ın Kaçı?

  18. 🙂 Ramazanı Şerif Fıkrası : Adetimiz Böyledir, Evvela Namaz Kılarız.

Reklamlar

BERZAH ÂLEMİ, ECEL VE RUH

Resûlullah (s.a.v.) (yere) bir çizgi çizdi ve “Bu, insandır.” buyurdu. Sonra onun yanına bir çizgi daha çizerek, “Bu da ecelidir.” buyurdu. Ondan daha uzağa başka bir çizgi çizdi ve şöyle buyurdu: “Bu da emelidir. İşte insan bu hâlde iken (yani emeline kavuşamadan) ona daha yakın olan (eceli ansızın) geliverir.” (İbnü’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl)

Herkesin vefatından itibaren, dirileceği zamana kadar, kabrinde geçen vakte ‘berzah âlemi’ denir. Berzah âleminin başlangıcı, ölüm anı; sonu ise, ikinci Sûr’a üflendiği, insanların tekrar dirilerek mahşerde toplanacakları zamandır.

İnsanın görülen vücudundan başka bir de ruhu vardır. Ruh; hakikat ve mahiyeti itibarıyla bedene aslâ benzemeyip gül suyunun gül yaprağına nüfûzu gibi bütün bedenin her tarafına nüfuz etmiş, nûrânî, latîf bir varlıktır. Beden, ruhun kendisinde durmasına müsait oldukça o beden diri olarak kalır. Eğer ruhun bedende durmasına mâni bir şey meydana gelirse ruh, bedenden ayrılır ve ölüm meydana gelir. Yani ruh, cesette bulundukça ceset diri olur, ruh çıkınca ceset ölür. Allâhü Teâlâ’nın kanunu bu şekildedir.

Her insanın ömrü, Allâhü Teâlâ tarafından takdir olunmuştur. Takdir olunan müddetten fazla veya az yaşamak ihtimali yoktur. Müddet nihayet bulduktan sonra ise bir an bile yaşanamaz. Binâenaleyh katledilen kimse dahi kendi eceli ile ölmüş olur. Yoksa ömrü için takdir olunan müddeti tamamlamadan ölmüş değildir. Bir kimsenin eceli gelince, ruhları almak ile vazifeli olan Azrâîl aleyhisselâm, hemen o kimsenin ruhunu, vücudundan çıkarır ve böylece o kişi ölür.

Eğer ölen kişi, sâlih bir kimse ise Cennet’ten gelen rahmet melekleri onun ruhunu Arş-ı A‘lâ’ya çıkarırlar.

Eğer ölen kimse kâfir veya fâsık bir kimse ise Cehennem’den gelen azâp melekleri, onun ruhunu Azrâîl aleyhisselâm’ın elinden alıp Siccîn’e götürürler.

Ceset kabre konulduktan sonra ruh, suâli anlayacak, azâbın elemini duyacak, nimetin lezzetini anlayacak derecede bedene iâde olunur. Lâkin dünyada olduğu gibi bedeni hareket ettirecek derecede tamamen cesede nüfûz edemez.

Azrail (A.S.)’ın İki Yüzü