Kategori arşivi: NÜKTELER

Nalbant Reçete Verirse

K ı s s a

Vaktiyle adamın birinin gözü ağrımış. Bir nalbanta söylemiş, o da “Ben sana bir merhem vereyim, onu hasta gözüne sür, iyi olursun” demiş, merhemi gözüne sürmüş, kör olmuş!

Kadıya gitmiş, nalbanttan şikayetçi olmuş. Kadı “sen onun nalbant olduğunu biliyor muydun?” diye sormuş; “evet…” deyince “O halde bir tazminat almaya hakkın yoktur” hükmünü vermiş.

Yarım hekim candan, yarım âlim dinden imandan edermiş… Dinimizi ehliyetli ve icazetli hakikî din âlimlerinden öğrenelim. Nalbantlardan, bid’atçilerden, reformculardan değil!

Reklam

Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz.Allahü Teâla’dan Niçin Mağfiret Talep Etti?

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) kendisine yemek getiren bir kölesi vardı. Yine bir
akşam yemek getirdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ondan bir lokma aldı. Köle
Hz. Ebu Bekir’e (r.a.): Her akşam bana, yemeğin nereden olduğunu
soruyordunuz. Fakat bu akşam sormadınız deyince Hz. Ebu Bekir (r.a.):                                 “Açlığımdan dolayı böyle yaptım peki nereden getirdin bunu” dedi. Köle
şöyle anlattı:                                                                                                                                                       “Bir topluluğa kehanette bulundum, onlar da bana süt
verdi.” deyince Hz. Ebu Bekir (r.a.) parmağını ağzına soktu ve kusmaya
başladı. Sonra şöyle dedi:                                                                                                                       “Allah’ım damarlarımın taşıdığı ve bağırsaklarıma karışan kısmından mağfiretimi talep eder ve özrümü beyan ederim. Ben Resûlüllah’ın (s.a.v.):                                                        “Haram ile beslenen bedene cehennem ateşi layıktır.” buyurduğunu işittim.”
Bu, Peygamberimize (s.a.v.) haber verilince “Siz, Ebu Bekir’in karnına
helalden başka lokma giremeyeceğini öğrenemediniz mi?” buyurdular.

***

Unutmayalım ki haram ve şüpheli gıdalar ibadet, itaat, itikat, ahlak ve ilim tahsiline menfi tesir eder.

Salih amellerin neticesi, itikadı düzeltmek ve haramlardan sakınmakla elde edilir.

Haram gıda ile beslenen uzuvlar, bir fesat makinesi gibi şerre çalışır. Haram yiyenlerin uzuvlarında günah ve kötülükler ortaya çıkar. Bu durum kişinin sulbünden meydana gelecek olacak çoluk çocuğuna dahi sirayet eder.

Sahip olduğu İslam maneviyatı ile 600 yıl dünyaya hükmetmiş Osmanlı Devleti’nde hırsızlık,
eşkıyalık yapanlar dergâhlarda 40 gün boyunca helal gıda yedirilirmiş. Zira yapılan her kötü işte haram beslenmenin tesiri vardır.

RÜZGÂRLARDAKİ HİKMETLER

Resûlullah Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Rüzgâr, Allâhü Teâlâ tarafından, (onun emri ile) gelen şeylerdendir. Bazen rahmet olarak gelir, bazen de azâp olarak gelir. Bu sebeple rüzgârın estiğini gördüğünüzde ona sövmeyiniz. Ve Allâhü Teâlâ’dan onun hayrını isteyiniz, şerrinden de yine Allâhü Teâlâ’ya sığınınız.” (Müsned-i Ahmed)

Allâhü Teâlâ, Rum Sûresi’nin 46. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmuştur (meâlen): O’nun âyetlerinden birisi de rüzgârları müjdeleyici oldukları hâlde göndermesidir ki size hem rahmetinden tattırmak, hem de emriyle gemilerin yüzmesi ve hem O’nun fazlından (nasip) arayıp kazanmanız içindir. Olur ki şükredersiniz.

Allâhü Teâlâ, bolluğu, bereketi ve rahatlığı müjdeleyen sabâ, şimâl (kuzey) ve kıble rüzgârlarını gönderir. Onlar vasıtasıyla hava temizlenir, yağmur bulutları meydana gelir. Gemiler, denizde kendi hâli üzere akıp gider ve insanlar o gemiler vasıtasıyla ticaret yaparak Cenâb-ı Hakk’ın taksîm ettiği rızkı ararlar. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kullarına rahmetinden bazılarını tattırmış olur.

Rüzgârın, Allâhü Teâlâ’nın dilemesi ile bulutları bir araya getirmek, bulutların yüklü bulundukları rahmet sularını havada muhafaza etmek, bulutları hareketlendirerek su ihtiyacı olan mahallere alıp götürmek, mahsûlâtın ve meyvelerin büyüyüp gelişmelerini tamamlamalarına ve insan vücudunun kuvvetlenmesine vesile olmak gibi birçok faydası vardır.

Rüzgâr esmemiş olsa, hava değişmez ve yeryüzündeki her şey kokmaya başlar. Kötü kokuların ortaya çıkıp yayılmasıyla hastalıklar meydana gelir ve çoğalır. Hastalığın çoğalmasıyla da insanların yaşayamayacağı pek açıktır. Bu sebeple rüzgârlar, insanların sıhhat ve âfiyetine sebeptir.

Rüzgârın dâima bir yönden esmesi, hayvanlara ve bitkilere zarar verir. Muhtelif cihetlerden esmesi ise onlar için faydalıdır. Zira bu sayede, farklı cihetlerden gelecek olan faydaları elde etmiş olurlar.

Cenâb-ı Hak, Hicr Sûresi’nin 22. âyet-i celîlesinde (meâlen): Bir de aşılayıcı rüzgârlar gönderdik… buyurmuştur.

Bu âyet-i celîle, mucize-i ilmiyedir. Bir mahalde ağaçların erkek cinsi olmazsa orada hiç yemiş olmaz. Bu itibarla rüzgâr, erkek ağacın tohumunu alır, dişi ağaca götürür. 13 asır evvel öğrenilen bu hakikat, gerek zamanımızda gerekse zamân-ı Resûlullah’ta Kur’ân’ımızın haber verdiği en büyük mucizelerden bir mucize olmuştur.

NİMETLERE ŞÜKÜR.

Kelime olarak şükür: Yapılan iyiliğin karşılığını ve kıymetini bilip makbule geçtiğini dile getirmek, iyilik edeni övmek, nankör olmamak demektir.

Bize küçük bir iyiliği dokunan kimseye teşekkür etmek insani bir meziyettir. Resulü Ekrem (sas)efendimiz şöyle buyuruyor: İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya da şükretmez. Aza şükretmeyen de, çoğa şükretmez. Rabbimizin nimetini anmak şükür, hiç bahsetmemekse nankörlüktür. (Beyhaki)

Öyleyse, Lütufları sayıya sığmayan, nimetlerinin ardı kesilmeyen Rabbimize karşı şükür, her Müslüman için mühim bir kulluk görevidir ve  farzdır.

Sayılamayacak kadar çok olan bu nimetlerden faydalanan bizler; ancak şükretmekle, nimetin sahibine minnet duymakla karşılığını vermeye çalışırız.

İslam âlimlerine göre Şükrün çoğu üç şeydedir:

1-Allah-u Teâlâ’nın ihsanına karşılık, onu vereni görüp hamd etmendir.

 2-Sana verilene razı olmandır.

3-Verilen şeyin faydası sende, kuvveti bedeninde olduğu müddetçe Allah’a âsi olmamandır.                                                                                                                                                   

O halde Kul; Allahın lütuf ve nimetlerini kalben ve lisanen anar, ondan dolayı Allah’a karşı minnet duyarsa bu bir şükürdür.Onun için hepimiz, Cenab-ı Hakkın üzerimizdeki muazzam nimetlerini tefekkür etmeliyiz.Bilhassa dünya nimetleri hususunda kendimizden yukarıda olanlara değil, aşağıda olanlara bakmalıyız.

Çünkü Mevlamız her insana ihtiyacı kadar nimet verir. Ama nefsin tavanı yoktur. Daima kendinden üsttekilere bakan kimse, kendisine verilen nimetleri göremez, küçümser. Bu ise nankörlük olur.

Onun için;”Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda kendisinden üstün olan bakarsa Hz.Allahın o kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazacağı” hadisi şerifle müjdelenmiştir.(Süneni Tirmizi, Kıyame 59)

Kulun, Hz.Allahın verdiği nimetlerden helal ve temiz olarak ve israfa kaçmadan yemesi, içmesi, giyinmesi, başkalarına da bu nimetlerden istifade ettirmesi; yani nimeti saklamaması da bir şükürdür. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

 ”Cenab-ı Hak, nimetinin eserini kulunda görmekten hoşnut olur.” (Buhari, İbni Mace)

Ayrıca; nimeti yerli yerinde kullanmak da bir şükürdür. Mesela yediğimiz bir yemekten sonra yemek duası yaparak Allaha hamd etmek, bununla birlikte; o yemekten aldığı gıdayı ve kuvveti ibadet ve hizmet ve hayırda kullanmak bir şükürdür. Hadis-i şerifte;

Hz.Allah’ın ikram ettiği yemeği yiyip de şükreden kimse, oruç tu­tup da sabreden kimse gibidir.” buyrulmaktadır. (İbn Mâce, no. 1765)

Bir mümin için; hayatı boyunca Mevlâ’mızın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak da şükrün tabii lazımındandır.

Rabbimizin bize ihsan etmiş olduğu nimetleri saymamız mümkün değildir.

Ayeti kerime’de şöyle buyrulur: “Eğer Allah’ın bunca nimetlerini birer birer saymak isterseniz sayamazsınız. Hatta adetleri katlayarak bile onları saymak isteseniz, yine güç yetiremezsiniz” (Sure-i İbrahim Ayet 34)

O halde Bize verdiği sayısız nimetlerinden dolayı Cenab-ı Hakkı anmak, zikretmek,ona minnet ve şükran duymak ve gereğini yerine getirmek bir ibadettir ve imanın gereğidir.Bunun tersi ise nankörlüktür.

Dikkat edilirse, inançsız ve inkarcılar için Rabbimizin kullandığı sıfat Küfür’dür. Küfür, nimeti inkar etmek, üzerini örtmek, görmezden gelmek,yani nankörlük etmektir. Şükür İmanın bir icabı olduğu gibi; tersi de küfrün bir icabıdır.

Şükür kelimesinin yanında en çok kullandığımız bir kelime daha vardır.

O da Hamd’dir. Kur’anı Kerimin anahtarı olan Fatiha suresinin ilk ayeti;

 “Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur.” denilerek, hamd ile başlar.

Şükür veya teşekkür kullara da yapılabilir; hamd ise ancak Hz.Allah’a karşı olur.

Hamd; Zatında, sıfatında ve fiillerinde Cenab-ı Hakk’ın övgüye ve şükredilmeye layık olması demektir. Hamd kelimesinin içinde şükür de vardır.

Ancak şükür nimetlere karşı yapılır. Hamd ise ister nimet olsun, isterse bela, musibet, hastalık vb. haller olsun; Rabbimizden gelen her şeyi hoş karşılamak, Cenabı haktan geldiği için ona razı ve hoşnut olmaktır.

Nitekim Efendimiz(sas),”Her hale karşı Allaha hamd olsun.” Buyururlardı

Onun için belaya şükredilmez ama hamd edilir. Çünkü şükredilen şeyi arttırmak, va’di ilahidir.  Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Hatırlayın ki Rabbiniz size şunu bildirmişti: And olsun! Eğer şükür ederseniz elbette sizin nimetlerinizi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım cidden çetindir.”(Sure-i İbrahim-7)

 Ne mutlu! kendisine verilen sayısız nimetlere şükredip, hem nimetini artıran hem de Cenabı hakkın Rızasına nail olanlara..

ŞÜKÜRLER OLSUN.

Rızık az veya çok verilince ne yapmak gerekir.

Nimete Şükür, Belalara Sabır etmek.

‘Şükür Bayramı’ nasıl ‘Şeker Bayramı’ oldu?

Ateşten Kurtulan Odunlar

Tatlıcı Ali Efendi bir gün, çocuklarının ateş yakmak için kesilen odunlar arasından düzgün olanlarını ayırdıklarını görünce, sebebini sorar. Çocukları da:

“Onlardan balta ve keser sapı yapabiliriz, bu yüzden yakmayıp ayırıyoruz.” derler. Ali Efendi, bu durum karşısında yere çöker ve ağlar. Ağzından şu müthiş sözler çıkar:

“Odunların doğru olanları bile kendini ateşten kurtarıyor…. ya insanların doğru olanları? Rabbim sen bizi doğruluktan ayırma…”

ŞEYTAN SİZİ NE ETSİN? tıklayınız….

EY İNSAN! tıklayınız…

Her Peygamber İçin Bir Akçe

Fatih Sultan Mehmed, yalnız gezmeyi severdi. Rivayet ederler ki, bir gün, tebdili kıyafet ile tek başına gezerken bir derviş onu tanımış. Yanına varıp:

“Yüz yirmi dört bin peygamberin her biri aşkına bana bir akçe ver” demiş. Sultan Mehmet dervişe şöyle demiş:

“Sen o peygamberlerin birer birer adını söyle, ben de her biri için birer akçe vereyim.”

Derviş ise, o kadar peygamberin adını bilmesi imkânsız olduğundan, ancak yirmi sekiz peygamberin adını sayabilmiş, fazlasını bilememiş. Saydığı isimler kadar akçeye razı olmuş.

Kaynak : İnsan ve Hayat Dergisi

Allah’a Yarın Ne Cevap Vereceksin?

Dihekî, bir gün Mevlana Cami hazretlerinin huzurunda kendini övüp, faziletlerini arz ettikten sonra:

“Hüsrev’e şöyle cevap verdim, Kemal’e şöyle cevap verdim, Zahir’e şöyle nazire söyledim ve sairlerine de şöyle cevaplar verdim.” deyince Mevlana Cami hazretleri şöyle buyurdular:

“Dihekî, bunlara bugün bu cevabı vermişsin amma, Allah’a yarın ne cevap vereceksin, onu söyle bakalım?”

***

HAMAL’IN İP VE KÜFE HESABI TIKLAYINIZ….

 

:) Yumurtanın Fiyatı

Krallarda biri memleketi içinde bir seyahat esnasında bir köy otelinde kalmış. Ertesi gün, otelden ayrılırken hesap isteyince sabah yediği yumurtaların fiyatını fazla bularak sormuş:

“Sizin köyde yumurtalar bu kadar nadir midir” demiş.

Köylü düşünmeden cevaplamış:

“Hayır efendim, yumurta boldur fakat kral nadirdir…..”

“… YESEM ZARAR VERİR Mİ?”

Sarhoşun biri Kadı İyâs’ın huzuruna çıkarak sorar:

“Hurma  yesem zarar verir mi?”

“Hayır.”

“Ekmek ile çörek otu yesem ne gerekir?”

“Bir şey gerekmez.”

“Biraz su içsem?”

“İçebilirsin.”

“Hurma şarabı bunların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Peki nasıl haram oluyor?”

Kadı İyâs gülümsedi, yerden bir avuç toprak alarak adama sordu:

“Sana bu toprağı atsam bir yerini acıtır mı?”

“Hayır.”

“Üzerine biraz su serpsem bir yerin kırılır mı?”

“Hayır.”

“Su ve topraktan bir kerpiç yapsam da güneşe kuruttuktan sonra başına vursam nasıl olur?”

“Öldürür.”

“ İşte o da böyledir.”

***

Iyas b. Musa ebu’l Fazl el Yahsubi es Sebti el Maliki, meşhur ismiyle Kadı Iyas, 1083’te Septe’de doğmuş ve özellikle fıkıh, hadis sahasında tanınmış bir İslam alimidir. 1149’da Merakeş’de vefat etmiştir.

Asıl Tehlike

Bir âlimin yanında fırtınaya yakalanmış bir gemiden bahsediliyordu.

Âlim şöyle dedi:

“Asıl tehlike tek başına karar vermekten ileri gelen tehlikedir. İşlerini kimseye danışmadan yapan kimse, fırtınaya kapılmış geminin yolcularından daha fazla tehlike içindedir. “

Kaynak : Yedikıta / Ekim 2009 / 59.sayfa