Kategori arşivi: MUHTELİF KONULAR

Daha fazla mutlu olmak için!

Alim ve bilge bir insan günlerden bir gün talebesi ile birlikte yaşadıkları yerin civarında gezerlerken, bir tarlanın yanındaki ağaçlardan birinin altında eski bir çift ayakkabı gördüler. Muhtemelen o civarda, tarlasında çalışan birisinin ayakkabısıydı.

Talebe: “Hocam bu ayakkabıyı saklasak da, sahibi geldiğinde ayakkabısını bulamayınca, o anki halini seyretsek olur mu? Hem dünya malını yitiren bir kişinin halini müşade etmiş, dersler çıkarmış oluruz” dedi.

Hocası: “Alacağımız dersleri yada bir şeyleri izleyerek duyacağımız hazzı ve sevinci başkalarının üzüntüsü veya kaybının üzerine kurmak doğru değildir. İstersen şöyle yapalım. Sen varlıklı bir ailenin çocuğusun. Bu ayakkabının içine bir miktar para bırak, sahibinin gelip bunu gördüğü zamanki sevincini seyredelim” 

Talebe bu teklifin daha güzel ve hikmetli olduğunu düşündü. Adamın ayakkabısının içine bir miktar para koydu. Hocası ile görünmeyecek şekilde bir ağacın arkasına saklanıp beklemeye koyuldular.

Bir süre sonra, ayakkabının sahibi geldi. Elbiselerini değiştirdi, ayakkabısını giyerken içinde bir şey olduğunu farketti. Baktığında bunun para olduğunu gördü. Bir müddet etrafına bakındı, hiç kimseyi göremeyince, dizleri üserine oturdu ve ellerini açıp:

“Ya Rabbim, Sen kalplerde olanı bilensin. Eşimin hasta, çocuklarımın aç olduğu sana malumdur. Verdiğin bu nimet için sana sonsuz şükürler olsun.” deyip gözyaşlarına boğuldu ve uzun bir süre ağladı. Bunu gören Hoca ile talebesi de göz yaşlarını tutamadılar.

Sonra Hoca talebesine döndü: “Bu senin yaptığın ilk tekliften daha güzel olmadı mı, şu an daha mutlu ve huzurlu değil misin?” dedi.

Talebesi: “Evet Hocam, daha mutlu ve huzurluyum. Şimdi, daha evvel anlamadığım şu cümlenin de manasını anladım. Verdiğin zaman, aldığın zamankinden daha mutlu olursun.”

Vermek ise sadece mal ile alakalı bir şey değildir. Sahip olduğun her şeyden verebilmek ile alakalı bir durumdur.

Sonra Hoca devam etti:  

“Evladım! Güçlü ve haklı olduğunda affetmek: Vermektir.”

“Yokluğunda kardeşine dua etmek:  Vermektir.”

“Başkasının hakkında iyi olanı düşünmek: Vermektir.”

 “Haksız iken özür dileyebilmek: Vermektir.”

 “Namahrem olana kem gözle bakmamak: Vermektir.”

“Başkasının hakkını korumak, hukukuna riayet etmek: Vermektir.”

“Güler yüz ile muamele etmek: Vermektir.”

“İnsanların gönüllerine sevinç ekmek:  Vermektir…”

Sevincimizi başkalarının üzüntüsü üzerine değil sevinci üzerine kurmak dileğiyle.

Reklam

Renk Renk Saat Standları

Reklam

Müslümanın Hakîkî Bayramları

Mübarek Ramazanı şerifi bütün güzellikleri ile tamamlayıp, Cenabı Hakkın lütfettiği bayramı idrak ettik.

Ramazanı şerif, her yönü ile bizleri kuşatmış olan dünyevilikten ve maddiyattan sıyrılıp kulluk zevklerini yaşatan, ahiret hazzını hatırlatan, manevi yönden bizleri derleyip toparlayan, bir aydı.

Ramazanı şerifin sayılı günlerde sabreden kulları için bayram ikram eden Yüce Mevla’mız, sayılı olan şu dünya günlerinde, iman ve itaat üzere sabreden kullarına ebedi Cenneti ile bayram yaptıracaktır.

Bu bayramlar bizlere ebedi saadet olan cennet ve cemali ilahiye kavuşma heyecanını hatırlatmakta ve kulluk vecibelerimize daha sıkı sarılmamızı sağlamaktadır.

Nasıl ki, esaslı bir bakımdan geçen bir cihaz daha iyi çalıştığı gibi; manevi takviyeden geçen bizler de elbette ibadet ve taatta daha dikkatli ve gayretli olmalıyız. Ramazanı Şerifte bizlere ihsan edilen İlahi mükâfatları ve manevi zenginlikleri zayi etmemek için, başta kul hakları olmak üzere bütün haramlardan şiddetle sakınmalı; beş vakit namaz başta olmak üzere bütün ilahi emirlere de sımsıkı sarılmalıyız.

Bu dünya bizim ebedi vatanımız değildir; kendimizi ahirete hazırlamalıyız.

Dünyadaki her nimet bizlere cenneti ve onun nimetlerini hatırlatmak ve oraya hazırlanmamız içindir. Mübarek günler ve aylar da eksiklerimizi daha hızlı telafi etmemiz içindir.

İslam büyüklerinin beyanına göre Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:

1.Her günün sonunda, sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.

2.Ömrün sonunda,sekerâtü’l-mevtte (yani ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.

  1. Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.

4.Mahşerde Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihlerle  beraber gölgelendiğinde.

  1. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık,( bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz) olan Sırat Köprüsü’nden geçip cennete ve orada da Cemali ilahi ye kavuştuğunda,yaşanacak bayram en büyük bayramdır.

Evliyâdan bir zât şöyle buyurur: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”

Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.

Hepimizin en büyük arzusu bu bayramları yaşayabilmektir.

Onun için eksiğimizle noksanımızla da olsa; ümitsizliğe kapılmadan, peşini bırakmadan, birbirilerimizin elinden tutarak, son anımıza kadar kulluk vecibelerimize sımsıkı sarılmalıyız.

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:

“(Ey insanlar!) Rabbinize karşı gelmekten sakının, Beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, Mallarınızın zekatını verin, Sizden olan emir sahiplerine(din büyüklerine) itaat edin. Böylelikle Rabbinizin cennetine girersiniz.” (Tirmizî)

Ayeti kerimelerde de mealen şöyle buyruluyor:

“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru olanlar, (istikamet üzere devam edenler) için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennet ehli olan kimselerdir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette ebedi kalacaklardır.” (Ahkâf sûresi 13-14)

İşte, hepimizin beklediği en büyük kurtuluş, en büyük saadet, en büyük bayram.

KABİRDEKİLERE İSMEN DUA ETMENİN FAZİLETİ

Mübarek bir zat, her cuma günü, cuma namazından sonra hatim duası yapardı.
Duası bir veya bir buçuk saat kadar sürerdi.
Başta Peygamber efendimiz olmak üzere, bütün Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın, Tabiin ve Tebe-i tabiinin, mezhep imamlarımızın, itikad imamlarımızın, bütün Silsile-i aliyye büyüklerinin, büyük âlim ve evliya zatların tek tek isimlerini zikrederdi.
Ayrıca, o güne kadar vefat etmiş kendi talebelerinin, akrabalarının, arkadaşlarının isimlerini de zikrederdi.

Bir gün talebelerinden biri cesaret edip bu durumu mübarek zata sual eder: -Efendim, “kâffe-i ehli imanın ervahına” yani “bütün iman ehlinin ruhlarına” desek, bu sevabların hepsi bütün Müslümanlara gider mi?
Tabii gider.
-Peki efendim, tek tek isim saymanın farkı nedir?
-İsmen sayıldığı zaman, o hediye edilen hatim, Fatiha, dua ve tesbihler,  yani her ne varsa, altın tabaklar içerisinde vefat etmiş olan o zata verilirken, bunu sana dünyadan,
seni seven şu kişi gönderdi derler. “Kâffe-i ehli imanın ervahına”
denilince, kim göndermişse onun ismi bildirilmez, ama isim söylenirse, şuna
gönderdim, buna gönderdim denirse, büyük bir zat ismen gönderilen bu
sevabların kimden geldiğini bilirse, dikkatini çeker, o da ona dua eder. buyurdu..

Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı vardır. Biz o büyük zata gönderirsek, o da
muhakkak bize dua ve şefaat eder.
Elimizdeki fırsatı kaçırmamalı, vakit müsaitse, hiç olmazsa birkaç büyüğe, ismen göndermeye çalışmalıdır

Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki:
“Râbi’a-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rü’yâmda gördüm. Bana dedi ki: Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nurla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır.”
“Bu nasıl oluyor?” dedim. “Hayatta olan mü’minler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filan dostunun hediyesidir) denilir” buyurdu…

Rabbim ahirete göçmüş yakınlarımıza ve Ümmeti Muhammedin ölmüşlerine rahmetiyle muamele eylesin. Makamlarını Cennet’i,  Ali ruhlarını şad eylesin.

MEZARLIKTA SEVAP PAYLAŞIMI

KABİR HASEB VE NESEB YERİ DEĞİLDİR.

 

Sabır ve Teslimiyet

Ülkemizin bir bölümünde meydana gelen büyük felaket hepimizin yüreğini dağladı. Hafta başından beri Millet olarak tek vücut halinde yüzbinlerce insanımızın enkaz altında olduğu o bölgelere kilitlendik.

Bir taraftan yardım çalışmalarını takip ediyor, bazı mucize kurtuluşlarla seviniyor, kurtarma ekiplerine dua ediyoruz. Diğer taraftan yardım kampanyaları ile destek olmaya ve yüreğimizin yangınına su serpmeye çalışıyoruz.

Bunun yanında, acaba bizim de kusurumuz var mı idi.

Yepyeni yapılar nasıl hiç dayanamadan insanlara mezar oldu, diyerek tedbirsizliğimizi sorguluyoruz. Çünkü tedbirsizlik vebaldir. İslam büyükleri öyle ifade ederlermiş: “Tedbirde kusur edip takdire bühtan eyleme.“ (Bühtan eyleme:Suç yükleme, iftira, kara çalmak.)

Ancak yine biliyoruz ki; eğer tedbirde bir kusur varsa, binalar usulüne uygun yapılmamışsa, bu kusur; yetkililere, kontrol müesseselerine güvenip, o binayı sağlam bilerek alan veya çaresiz kiralayan insanların değildir.

Yani mağdur olan kimseler, umumiyetle maddi yönden tedbir almamış kimseler değildi. Fakat musibet onları ve yakınlarını vurdu.

Artık bu kardeşlerimizin nasibine düşen; sabır, teslimiyet ve karşılığını Allah’dan beklemektir. Evvela; depremde hayatını kaybeden şehitlerimize Allah’dan rahmetler diliyoruz. Deprem’de ölen müminler şehittir.

Onlar büyük makama erdiler. Bu Sevgili Peygamberimizin müjdesidir.

Musibete uğrayan diğer kardeşlerimize ve o acıları en derinden hisseden yakınlarına Hz.Allah tan sabır ve kolaylıklar diliyor, bunun için daima dualar ediyoruz. Bu kardeşlik vazifemizdir.

 Kur’an-ı Kerimde müminlerin birbirlerine hakkı tavsiye etmeleri, sabrı tavsiye etmeleri, merhameti tavsiye etmelerinden övgüyle bahsedilir.(Asr,3 Beled, 17)

Onun için kardeşlerimize sabır tavsiye ediyoruz.

Yaşadığımız şu imtihan dünyasında hepimiz zaman zaman hikmetini bilemediğimiz için ilk başta hoşumuza gitmeyen hallerle karşılaşırız.

Bu durumlarda bizim imdadımıza yetişecek en güzel haslet, sabır ve teslimiyettir. Bu sabır, o sıkıntının zararından kurtardığı gibi, bizleri kişilik olarak olgunlaştırır.

 En mühimi ise Allah için gösterilen sabrın karşılığındaki büyük mükâfattır.

Bu mükafat dünyada da verilebilir. Ama asıl karşılık Hz.Allahın katındaki büyük manevi kurtuluştur.Peygamberimiz (s.a.v); “Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir” buyurur.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in yetmişten fazla yerinde sabırdan bahsedilir.

 Ve hiçbir amele verilmeyen mükâfat, sabır karşısında va’dedilir.

“Sadece sabredenlere ecirleri hesapsız olarak ödenecektir.”ayeti kerimesi buna delildir.(Zümer suresi 10)

İslam büyükleri sabrı üçe ayırmışlardır:
-Birincisi; Cenab-ı Hakkın emirlerine uymakta sebat göstermektir.

 Namaz,Oruç, Hac, hep sabır gerektirir.

-İkincisi, haramlardan korunmakta  sabırdır .  

-Üçüncü ise musibetlere karşı, bilhassa ilk  geldiği anda katlanmak, sabretmektir. Bu, sabrın en zoru ve derecesi en büyük olanıdır.

Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Mevla, en sevdiği kulları olan peygamberlerine en ağır musibetleri vermiş ve onların sabırlarını Kur’an-ı Keriminde methetmiştir.  “Muhakkak ki Hz.Allah sabredenlerle beraberdir.”(Bakara,153)

Ayeti kerimesi, sabreden kulun Hz. Allah’ın maiyyetinde olduğunun müjdesidir ki anlayanlar için tarifi imkansız bir şereftir.

Çünkü sabrettikçe maiyyeti İlahi; yani Cenabı Hakla beraber olma, ona yakın olma hali daha da artmaktadır.

Ayeti kerimede şöyle müjdelenir.

“Sizde bulunanlar tükenip gider, ama Allah’ın katındakiler kalıcıdır.

 Asla şüphe yok ki, güçlüklere göğüs gerip sabredenlerin ecir ve mükafatlarını, yapmış olduklarının çok daha güzeliyle vereceğiz.” (Nahl 96)

Hadis-i Şerifte meali:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan; ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi; Hz.Allah, onun hatalarını bağışlamaya, mağfirete vesile kılar.(Buhari)

İhlas-ı Şerif Melekleri ile Yardım İsteğinde Bulunmak

“Size ne oluyor ki,….”

Büyük Fetih

3 Ocak veya 11 Ocak tarihi, İslâm tarihinde Mekke-i Mükerreme’nin fethinin sene-i devriyesidir.

İslâm tarihinde bazı mühim dönüm noktaları vardır. Birincisi, Bi’set; yani Efendimiz (sav)e peygamberliğin gelmesidir. Ona peygamberlik gelince, son peygamberin kendilerinden olmasını bekleyen Yahudiler perişan olduğu gibi Mekke’de başta Kureyş olmak üzere insanlara liderlik yapmak, üstünlük kurmak isteyenler de bertaraf oldular. Bu sebeple bütün bu zümreler, Kur’anın  hak kitap olduğunu, Hz. Muhammed’(sav)in son peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde menfaatleri elinden gittiği için İslâm’a düşman oldular.

Özellikle Kureyş; Sevgili peygamberimiz(sav) başta olmak üzere bütün Müslümanlara, bilhassa fakir ve kimsesiz olanlara, hatta Efendimiz(sav) i korumaya devam eden Haşimoğullarına bile elinden gelen her türlü sıkıntıyı, işkenceyi, boykotu yapmaktan geri durmadı, öldürmekten  bile çekinmedi. İslâm’ın ilk 13 senesi böyle çileli geçti.

Daha sonra Peygamberimiz(sav) ve ashabı hicretle rahatladılar.

Medine-i Münevvere’ye hicret, İslâm tarihinde ikinci bir dönüm noktasıdır.

Medineliler, onlara benzersiz bir fedakârlıkla sahip çıktı. Müslümanlar güçlendi. Medine-i Münevvere, Hadisi şerifte de ifade buyrulduğu üzere;

İslâm’ın Kubbesi, İman beldesi, Hicret toprağı,…” Ve İslâm devleti oldu.

Ancak; Kureyş başta olmak üzere, Yahudiler ve diğer müşrikler düşmanlıklarını daha da artırdı. Sırası ile Bedir, Uhut, Hendek imtihanları başarı ile geçildi.

Allah Resulünün ashabı, canlarını mallarını feda etmekten çekinmediler.

Şehit oldular, gazi oldular, çok büyük hizmetler yaptılar ve Allah katında çok büyük manevi dereceler kazandılar.

Bilhassa Hudeybiye de gösterilen muazzam bağlılık ve biatlerinden Cenab-ı Hakk o kadar razı ve memnun oldu ki, o biatlerini Kur’an-ı Mübin de medhü sena etti ve Büyük Fetih yani Mekke-i Mükerreme’nin fethi müjdelendi. Hicretin sekizinci senesi, müşrikler Hudeybiye antlaşmasına riayet etmediği için Allah’ın emri ile kan dökülmeden Mekke-i Mükerreme’nin fethi nasip oldu.

Bu Fetih üçüncü bir dönüm noktasıdır.

Nitekim, o zamana kadar civardaki Arap kabileleri İslâm’a meyletmişler, ancak Kureyş’in zararından çekindikleri için beklemede kalmışlardı. Kureyş bertaraf olunca, uzun zamandır istediklerine kavuştular ve İslâm’a koştular.

Nasr suresinde şöyle buyrulur:

“Allahın yardımı ve Fetih geldiği zaman. Ve Sen (Ey Habibim) insanları

 dalga dalga,(kitleler halinde) Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman.

 Allah’ı Hamd ile Tesbih et ve Ondan mağfiret dile. Elbette O tevbeleri fazlasıyla kabul edendir.”

İşte bu ayetler, Fethi ve sonraki büyük inkişafları müjde ediyordu.

İslâm dini hiçbir zaman tepeden inmeci olmamıştır. Büyük Fetih aslında önce kalplerin fethi olmuştur. Dinde zorlama da yoktur. Baskılardan kurtulan insanlık artık kendi istekleri ile İslâmla şereflendiler. Hatta onlardan önce Kureyş İslâm’a koştu. İslâm’ın nuru, Sevgili Peygamberimizin alemlere Rahmet olan güzel hasletleri onların kalplerindeki inkar bulutlarını dağıttı ve onlar da Allah Resulünün ashapları arasına katılıp ömürlerinin geri kalanını son nefeslerine kadar son nefesleri dahil İslâm için hizmet ve cihatla geçirdiler.

Onlar da çok büyük manevi dereceler kazandılar.

Ancak, bir hususa işaret etmek istiyorum. Amellerin derecesi zorluklarına göredir. Sonraki Müslümanlar da Allah yolunda bir ömür gayret etseler de ilklerin derecesine hiç çıkamadılar.

Hadid suresinin 10.ayeti kerimesinde şöyle buyrulur:

“(Ey müminler!) Size ne oluyor ki, Allah yolunda mallarınızı sarf etmiyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası (zaten) Hz. Allah’ındır. İçinizden; Fetihten (Mekke’nin fethinden) evvel, Allah yolunda (mallarını) harcayıp Allah yolunda savaşanlarınız, diğerleri ile eşit olmazlar. Onlar, fetihten sonra iman edip de Allah yolunda mallarını harcayıp, savaşanlardan, fazilet ve derece bakımından daha üstündürler. Bununla beraber Hz. Allah (bu iki zümreden) hepsine en güzel olanı (yani Cenneti) va’d etmiştir. Allahü teala bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

İslâm’ın garip zamanlarında, hizmete, yardıma en çok ihtiyaç varken Allah yolunda koşturanlarla, rahat zamanlarında bu işi yapanların asla bir olamayacağını bu ayeti kerimeden daha güzel ne anlatabilir.

Bu tür zamanlar kıyamete kadar tarihin değişik devirlerinde olagelmiştir.

Gayret edenler en büyük manevi kazancı elde etmişlerdir.  

***

Müziksiz İlahi – Uyan Gel Gözlerim Gafletten Uyan

BİR EVİN HİKAYESİ

TERAZİMİZİN HANGİ KEFESİ AĞIR BASIYOR?

1960’ larda Hindistan’da büyük bir ekonomik kriz yaşanır. Temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları hiç görülmemiş bir şekilde artar. Eşyalardaki pahalılık artık halkın dayanamayacağı bir duruma gelir. Halk büyük âlimlerden olan Muhammed Yusuf Kandehlevî’nin yanına gelip bu durumu şikayet ederek pahalılıktan ve fiyat artışından yakınırlar. Ondan bu duruma karşı ne yapmaları gerektiğini sorarlar. 

Kandehlevî onlara şu önemli nasihati yapar ve der ki: 

“İnsanlar ve eşyalar Allah katında iki elin iki terazisinin kefesi gibidir. Eğer Allah katında insanın değeri artarsa eşyanın değeri düşer ve fiyatlar ucuzlar ama eğer Allah katında insanın değeri düşerse eşyanın değeri artar ve fiyatlar yükselip pahalılık olur.

 Siz Allah katındaki değerinizi yükseltmeye bakın ki böylece insanın değeri yükselsin ve eşyanın değeri de azalıp fiyatlarda düşsün.” Sonra Halka dönüp şu ayeti bu söylediğine delil olarak okur:

 “Eğer O şehirlerin halkı (hakkıyla) iman edip takva sahibi olsalardı muhakkak onlar üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık” (S.Araf,96).

Allahım merhametinle muamele eyle. 

***

Farklı şikayetlere tek tavsiye! tıklayınız…

UMÛMÎ FELAKETLERİN SEBEBİ

İslâmiyet, her kelimesi selâmete götüren, dünya ve âhirette kurtuluş yolunu gösteren, ferah ve saadete sevk eden mükemmel bir dindir.

Müslümanların uğradığı umûmî felaketlerin sebebi, dinimizin emirlerinin ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sünnetlerinin aksine hareket edilmesidir.

Binâenaleyh maddî ve manevî felaketlerden muhafaza için Müslümanlar, İslâm’ın hükümlerini tebliğ husûsunda malı ve canı ile gücü yettiği kadar gayret etmelidir.

Müslümanların günah işlemelerine mâni olmak ve bidat sahipleri tarafından ortaya atılan, dinden olmadığı hâlde dinin esasındanmış gibi gösterilen düşüncelerin, bidatlerin kötülüğünü en uygun şekilde anlatmak ve bu sayede İslâmiyet’in, en büyük saadet ve medeniyet olduğunu herkese bildirmek lâzımdır. Çünkü ümmetin salâh ve fesadı buna bağlıdır.

İlim ehli kimseler, şerîatı teblîğ etmekten kaçınır ve sükût eder, halk artık şerîatı unutur ve ondan uzaklaşırsa, “Muhakkak emr-i bil-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar; iyiliği emreder, kötülükten nehyeder misiniz, yoksa Allâhü Zülcelâl, akılları hayrette bırakırcasına gece karanlıkları gibi birtakım fitneleri üzerinize musallat etsin mi?” manasındaki hadîs-i şerîf tahakkuk eder.

İslâmiyet, her kelimesi selâmete götüren, dünya ve âhirette kurtuluş yolunu gösteren, ferah ve saadete sevk eden mükemmel bir dindir. İnsanların hak olan bir şeye itirazları ancak o hakikati bilmediklerinden ileri gelir. Hakikati bildiği hâlde itiraz edenler, bu dünyada olmazsa da âhirette muhakkak pişman olacaklardır. Ancak o pişmanlık fayda vermeyecektir.

Kaynak: Fazilet Takvimi 

Farklı şikayetlere tek tavsiye!

TERAZİMİZİN HANGİ KEFESİ AĞIR BASIYOR?

Nimete Şükür, Belalara Sabır etmek

Bir kimseye Allâhü Teâlâ’dan bir nimet ulaşınca şükretmeli, kendisini ona ehil görmemeli, bu nimetin sırf Allâh’ın ihsânı olduğunu bilmelidir.

Başına bir musîbet geldiğinde de ona sabretmeli, Allâhü Teâlâ’nın kazâ ve takdirine râzı ve teslîm olmalıdır. Zira mü’min, başına gelen musibet ve belâlar sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine nâil olur.

Yahûdîlerden bir adam Müslüman olduktan sonra gözlerini kaybetti, malı telef oldu, evladı öldü. Hemen Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimize gelip: “Müslüman olmak üzere sana ettiğim bey‘atimi bozmak istiyorum” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “İslâm bey‘ati bozulmaz” buyurdu. Adam: “Ben bu dinimden hayır görmedim; gözlerim kör oldu, malım telef oldu, evladım da öldü” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ey Yahûdi! Ateşin, demir, gümüş ve altından pası kiri temizlediği gibi İslâm da insanları temizler” buyurdu. Bunun üzerine: “İnsanlardan öylesi de vardır ki Allâh’a inhirâf (tereddüd) üzere ibâdet eder. Eğer ona bir hayır isâbet eder (gelir)se yüreği rahat eder ve eğer bir mihnet isâbet eder (belâ gelir)se yüzü üzerine dönüverir. O, dünyasını da âhiretini de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur” (meâlindeki Hac sûresinin 11. âyeti) nâzil oldu. (Dürrü’l-Mensur)

İbn-i Abbâs (r.anhümâ) Hazretleri anlattı: “Peygamberlerden bir zât şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi, mü’min bir kulun sana itâat eder, yasakladıklarını terkeder. Sonra sen ondan dünyayı uzaklaştırır, onu belâlara uğratırsın. Kâfir ve âsîlere ise küfür ve isyanlarına rağmen onlardan belâları uzaklaştırır dünyâyı onlara verirsin.” Allâhü Teâlâ buyurdu ki:

“Kullar benim kullarımdır, belâ da ancak benim takdirimle iner. Mü’min kulun bir günahı olur, dünyayı ondan uzaklaştırıp belâlara mârûz kılarım, o günahına keffâret olur. Bana günahsız olarak kavuştuğunda da, hayırlı amellerinin mükâfâtını veririm.

Kâfirin iyi işleri olur, ona bol rızık vererek ve belâları ondan uzaklaştırarak dünyada iken mükâfâtını veririm. Huzuruma hiçbir hayırlı ameli kalmadığı halde gelir, günahlarıyla da cezalandırırım.” (Mişkâtü’l-Envâr)

Mescidlerin maddi ve manevi imarı

Mescid, kelime olarak secde edilen mekân manasınadır. Ayeti kerime ve hadisi şeriflerde bu kelime kullanılır. Daha umumi olan Mabed kelimesi, kendisinde ibadet edilen yer demektir. Bizdeki Cami kelimesi ise; toplayıcı manasına, daha ziyade Cuma namazı kılınan büyük mescitler için kullanılmakta iken zamanla umuma şamil olmuştur. Hepsi de aynı yeri anlatır.

Bilindiği gibi, İnsanoğlunun yaratılış gayesi Hz.Allah’ı bilip tanıması ve Ona kulluk etmektir. Onun için yeryüzündeki ilk yapı Kabe-i Muazzama olmuştur. Onun etrafı da insanların İbadet edeceği mescidi haramdır. Ki yeryüzünün en kıymetli mescididir.

Sevgili peygamberimiz(sav) de Medine-i münevvere ye hicret edince ilk iş olarak Mescid-i Nebi inşa edilmiş, buradan bütün insanlığa İslam’ın Nuru yayılmıştır. Yine hicret esnasında konakladığı Kuba’da mescid inşa etmiştir.

Hayatın merkezinde Allaha kulluk olunca, Mescitler de aynı şekilde ehemmiyet kazanmış ve Medeniyetin merkezi olmuştur. İnsanlığa ve medeniyete yol gösterecek olan mescitlerin imarı ve buna katkıda bulunmak da aynı derecede kıymet kazanmıştır. Hadisi şerifte şöyle müjdelenir: Kim ki (Allah için) bir mescit inşa ederse Cenab-ı Hakk da ona cennette bir mislini ihsan eder.” (Sahihi Buhari ve Müslim)

Mescidlerin imarı iki türlüdür. İkisi de elzemdir ve Cenabı Hakkın emridir.

Maddi imarı; binasının güzelce yapılması, bakım ve temizliğidir.

Manevi imarı da içinde Hz.Allah’ın zikredilmesi, namazların kılınması, ilim öğrenilmesi, kalplerin huzur bulmasıdır. Maddi imar ve temizlik de ibadet ve maneviyat için ehem dir. Nitekim Kabe-i Muazzamayı yeniden inşa eden Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail in bu hizmeti Kuran-ı Kerim’de medhedilmiş, Oranın ibadet edenler için temiz tutulması ayrıca emredilmiştir.(Hac suresi 26)

Mescid-i Nebi yapılınca Ashab-ı kiramdan Temimi Dari(ra) Şam civarından kandiller getirterek içini aydınlatınca, Fahri kainat(sav) çok memnun olmuş; “Mescidimizi aydınlatan kimsenin Hz. Allah’da kabrini aydınlatsın.”(İbni Mace) buyurmuşlardır.

Efendimiz(sav) kendi hane-i saadetlerini mescidin bitişiğe inşa etmiş, aynı zamanda mescidin sofasına talebeleri olan ashabı suffe için yer yaptırmıştı. Ashabı Suffe İlim talebeleridir. Sayıları dörtyüze kadar çıkmıştır.  İslam’ı insanlığa öğretecek kadro orada yetişiyordu.

Herhangi bir yerden İslam’ı öğrenmek için talep gelince bunlardan gönderilirdi

Mescitlerde veya oranın bitişiğinde ilim okunması, mescitlerin manevi imarı içindi. İslam tarihinde ilmi hareketler buradan başlamış, daha sonra da imkanlar geliştikçe düzenli medreseler kurulmuştur. Nitekim şanlı ecdadımız asırlar boyu; içerisinde hala huzurla ibadet ettiğimiz büyük camiler inşa edip, etrafında medreseler, şifahaneler, aş evleri gibi mekanları oturtmuş, bunların devamında işyerleri ve evler yaparak, şehirler ve medeniyetler kurmuşlardır.

Bugün yine teknolojinin ve imkanların gelişmesi ile hayır sahipleri tarafından güzel ve modern camiler kolaylıkla inşa edilmektedir. Bu işin maddi kısmıdır. Ancak hepimiz de biliyoruz ki o güzel mabedler maalesef manevi yönden aynı derecede canlı değildir. Cuma, bayram ve hususi zamanlar hariç, Camilerimiz artık, cemaatle dolup taşmıyor. Bu bakımdan Mescidlerin manevi imarı için İçini dolduracak cemaatin yetişmesi, gençlerin yetiştirilmesi gerekir.

Tevbe suresinin 18.ayeti kerimesinde şöyle buyrulur:

“Allah’ın mescidlerini ancak şunlar (maddeten ve manen) imar ederler : Allah’a ve ahiret gününe tam inanan, namazını güzelce kılan, zekatı veren ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayanlar. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.”

***

KUR’AN-I KERİM İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER

Yellenildiğinde Sağır Olabilmek

Abdurrahman Bin Hatem (ölüm:851) Belh ‘de yaşamış tasavvuf alimi.

Bir kadın ona bir mes’ele sormak için gelir ve boş bulunup yanında gaz kaçırır. Kadıncağız mahçup olmasın diye; “Kızım benim kulaklarım ağır duyar, biraz daha yüksek sesle konuş ki söylediğini işiteyim” diyerek kendisine “sağır” süsü verir.
Kadın da: “Kulağı sağır, benim yellendiğimi duymamıştır” diye sevinir.
Hatem edeb gözetip bundan sonra o kadın vefat edinceye kadar halk arasında sağır olarak göründü.
Bu yüzden “Hatem-i Esam” (Sağır Hatem) diye meşhur oldu.

***

BÜYÜK VEZİRİN İNCELİĞİ TIKLAYINIZ…

Zikrin Kabul Edilmesinin Âlâmeti

NİYAZ EHLİNİN ALLAH’I ZİKRİ

Adamın birisi, her gece ‘Allah’ diye zikrederdi. Şeytan dedi ki:

-Ey utanmaz, yüzsüz adam! Ne zamana kadar ‘Allah’ deyip duracaksın. Görmüyor musun, sana ondan bir cevap gelmiyor. Cevap almadan seslenişin manası ne?

Adam bu sözden çok mahcup oldu. Epeyce ağladıktan sonra güçsüz kalıp uykuya daldı. Rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hızır aleyhisselam ona:

-Allah’ı zikretmeye devam etmelisin. Niçin onu anmaktan vazgeçtin? dedi. Adam:

-‘Lebbeyk’ cevabı alamadım, beni kapısından kovduğunu zannettim, dedi. Hızır aleyhisselam dedi ki:

Allahü Teâlâ kullarına şöyle buyuruyor:

-“Zikrinizi kabul ettiğim için sizi o zikirle meşgul kıldım. Sizin zikrediyor olmanız bizim kabul ettiğimize, ‘Lebbeyk’imize işarettir.” Rabbim kendini zikredebilen kullarından eylesin. (Mesnevi’den Secmeler. Camlıca B.Y.)

ZİKİRLE DOLU BİR GÖNÜL Tıklayınız…

ÂHİRET GÜNÜNE İMAN

İmanın şartlarından birisi de âhiret gününe inanmaktır.

Dünya, sonradan yaratılmış ve sonu olan bir hayattır. Kıyametin kopması haktır. Bu sebeple elbet bir gün, kıyamet kopacaktır. Lâkin zamanını Allâhü Teâlâ’dan başka kimse bilemez. Kıyamet koptuğunda gerek ruhlar âleminde, gerek dünya âleminde hiçbir hayat sahibi kalmayacaktır.

Kıyametin kopmasından sonra âhiret hayatı başlar; yani haşr, amel defterlerinin verilmesi, mîzân, sırattan geçilip cennete girilmesi veya geçilemeyip cehenneme düşülmesi ile artık cennet ve cehennem hayatı başlar.

Haşr; kıyametin kopmasından bir müddet sonra bütün canlıların ruhlarının dünyada bulundukları şekil ve hâl üzere, yeniden diriltilecek olan cesetlerine tekrar iade olunmasından ve bu şekilde ‘Arasat’ denilen çok geniş, düz, boş bir mahalde toplanmalarından ibarettir. Bu hâdiseye “ba‘s” da denir.

Amel defteri; dünyada iken herkesin yaptığı iyi ve kötü amellere dair ‘Hafaza’ denilen meleklerin tuttukları defterlerdir. Bu defter kıyamet günü, sahibine verilecektir. Amel defterleri; müminlere sağ taraflarından, kâfirlere de sol veya arka taraflarından verilecek ve her birine, ‘Kitabını oku!’ denilecektir.

Mîzân; mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir tartıdır. Bu vasıta ile her şahıs, kendi sevap ve günahının miktarını bilecektir. Akıl, bunun nasıl olacağını anlamaktan âcizdir, bunu ancak Hazret-i Allah bilir.

Suâl; kıyamet gününde mekândan münezzeh olan Allâhü Teâlâ Hazretlerinin dilediği husûsları bizzât kendisinin, kullarından sorması demektir. Bu mahkemede bütün varlıklar amellerinden dolayı hesaba tâbi tutulur ve Cenâb-ı Hakk’ın adaleti, kemâliyle tecelli eder. Diğer bütün hayvanlar da haşrolunarak biri, diğerindeki haklarını alacaktır. Mesela boynuzlu bir koç, boynuzsuz bir koça, dünyada boynuzuyla vurmuş ise boynuzsuz koçun hakkı alındıktan ve insanlara verdikleri veya insanların onlara verdikleri zararların karşılığı verildikten sonra hayvanlar, yine toprak olacaktır.

Şefaat; Peygamberlerin, seçilmiş muhterem zâtların (Allah dostlarının, âlimlerin ve şehitlerin) kıyamet gününde müminlerden günah sahiplerinin af ve mağfireti, ibadet ve tâat ehli kulların da daha yüksek mertebelere ulaşmaları için, Hazret-i Allah’tan rahmet ve mağfiret talebinde bulunmalarıdır.

Sırat; cehennem üzerine kurulmuş, son derece ince ve keskin bir köprüdür. Cennete gidebilmek için ondan başka yol yoktur. Bu köprünün üzerinden müminler, sâlih amellerine münasip bir sûrette, bazıları şimşek gibi, bazıları rüzgâr gibi geçerler. Kâfirler ve bazı âsî müminler ise bu köprüden geçemeyip cehenneme düşerler.

Kevser Havzı; mahşer gününde Allâhü Teâlâ tarafından Peygamber Efendimize (s.a.v.) ihsan buyurulacak olan gayet geniş bir havuzdur. Müminlerden Hazret-i Allâh’ın diledikleri bu havuzdan içecek ve susuzlukları gidecektir.

Cennet; akla ve hayale gelmeyen ve dünya nimetleriyle aslâ kıyas edilemeyen cismânî ve ruhânî nice nimetleri ve lezzetleri içerisinde bulunduran, sekiz tabakadan oluşan bir mükâfat yurdudur.

Cehennem; bütün kâfirlerin ve bazı âsî müminlerin azâp edilerek cezalandırılmaları için yedi dereke olarak yaratılmış bir azâp yurdudur.

Cennet ve cehennem yaratılmış olup şu an mevcuttur. Her ikisi de yok olmayacaklardır. Cennet ve cehennem ehli olan kimseler de bulundukları yerlerde dâimîdirler. Lâkin cehenneme giren âsî müminler, cezalarını çektikten sonra cennete intikal edeceklerdir. Zira zerre miktarı imanı olan kimse, ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır.

Kaynak:14-15 Haziran 2022-Fazilet Takvimi