Etiket arşivi: istanbul

“Size ne oluyor ki,….”

Büyük Fetih

3 Ocak veya 11 Ocak tarihi, İslâm tarihinde Mekke-i Mükerreme’nin fethinin sene-i devriyesidir.

İslâm tarihinde bazı mühim dönüm noktaları vardır. Birincisi, Bi’set; yani Efendimiz (sav)e peygamberliğin gelmesidir. Ona peygamberlik gelince, son peygamberin kendilerinden olmasını bekleyen Yahudiler perişan olduğu gibi Mekke’de başta Kureyş olmak üzere insanlara liderlik yapmak, üstünlük kurmak isteyenler de bertaraf oldular. Bu sebeple bütün bu zümreler, Kur’anın  hak kitap olduğunu, Hz. Muhammed’(sav)in son peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde menfaatleri elinden gittiği için İslâm’a düşman oldular.

Özellikle Kureyş; Sevgili peygamberimiz(sav) başta olmak üzere bütün Müslümanlara, bilhassa fakir ve kimsesiz olanlara, hatta Efendimiz(sav) i korumaya devam eden Haşimoğullarına bile elinden gelen her türlü sıkıntıyı, işkenceyi, boykotu yapmaktan geri durmadı, öldürmekten  bile çekinmedi. İslâm’ın ilk 13 senesi böyle çileli geçti.

Daha sonra Peygamberimiz(sav) ve ashabı hicretle rahatladılar.

Medine-i Münevvere’ye hicret, İslâm tarihinde ikinci bir dönüm noktasıdır.

Medineliler, onlara benzersiz bir fedakârlıkla sahip çıktı. Müslümanlar güçlendi. Medine-i Münevvere, Hadisi şerifte de ifade buyrulduğu üzere;

İslâm’ın Kubbesi, İman beldesi, Hicret toprağı,…” Ve İslâm devleti oldu.

Ancak; Kureyş başta olmak üzere, Yahudiler ve diğer müşrikler düşmanlıklarını daha da artırdı. Sırası ile Bedir, Uhut, Hendek imtihanları başarı ile geçildi.

Allah Resulünün ashabı, canlarını mallarını feda etmekten çekinmediler.

Şehit oldular, gazi oldular, çok büyük hizmetler yaptılar ve Allah katında çok büyük manevi dereceler kazandılar.

Bilhassa Hudeybiye de gösterilen muazzam bağlılık ve biatlerinden Cenab-ı Hakk o kadar razı ve memnun oldu ki, o biatlerini Kur’an-ı Mübin de medhü sena etti ve Büyük Fetih yani Mekke-i Mükerreme’nin fethi müjdelendi. Hicretin sekizinci senesi, müşrikler Hudeybiye antlaşmasına riayet etmediği için Allah’ın emri ile kan dökülmeden Mekke-i Mükerreme’nin fethi nasip oldu.

Bu Fetih üçüncü bir dönüm noktasıdır.

Nitekim, o zamana kadar civardaki Arap kabileleri İslâm’a meyletmişler, ancak Kureyş’in zararından çekindikleri için beklemede kalmışlardı. Kureyş bertaraf olunca, uzun zamandır istediklerine kavuştular ve İslâm’a koştular.

Nasr suresinde şöyle buyrulur:

“Allahın yardımı ve Fetih geldiği zaman. Ve Sen (Ey Habibim) insanları

 dalga dalga,(kitleler halinde) Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman.

 Allah’ı Hamd ile Tesbih et ve Ondan mağfiret dile. Elbette O tevbeleri fazlasıyla kabul edendir.”

İşte bu ayetler, Fethi ve sonraki büyük inkişafları müjde ediyordu.

İslâm dini hiçbir zaman tepeden inmeci olmamıştır. Büyük Fetih aslında önce kalplerin fethi olmuştur. Dinde zorlama da yoktur. Baskılardan kurtulan insanlık artık kendi istekleri ile İslâmla şereflendiler. Hatta onlardan önce Kureyş İslâm’a koştu. İslâm’ın nuru, Sevgili Peygamberimizin alemlere Rahmet olan güzel hasletleri onların kalplerindeki inkar bulutlarını dağıttı ve onlar da Allah Resulünün ashapları arasına katılıp ömürlerinin geri kalanını son nefeslerine kadar son nefesleri dahil İslâm için hizmet ve cihatla geçirdiler.

Onlar da çok büyük manevi dereceler kazandılar.

Ancak, bir hususa işaret etmek istiyorum. Amellerin derecesi zorluklarına göredir. Sonraki Müslümanlar da Allah yolunda bir ömür gayret etseler de ilklerin derecesine hiç çıkamadılar.

Hadid suresinin 10.ayeti kerimesinde şöyle buyrulur:

“(Ey müminler!) Size ne oluyor ki, Allah yolunda mallarınızı sarf etmiyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası (zaten) Hz. Allah’ındır. İçinizden; Fetihten (Mekke’nin fethinden) evvel, Allah yolunda (mallarını) harcayıp Allah yolunda savaşanlarınız, diğerleri ile eşit olmazlar. Onlar, fetihten sonra iman edip de Allah yolunda mallarını harcayıp, savaşanlardan, fazilet ve derece bakımından daha üstündürler. Bununla beraber Hz. Allah (bu iki zümreden) hepsine en güzel olanı (yani Cenneti) va’d etmiştir. Allahü teala bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

İslâm’ın garip zamanlarında, hizmete, yardıma en çok ihtiyaç varken Allah yolunda koşturanlarla, rahat zamanlarında bu işi yapanların asla bir olamayacağını bu ayeti kerimeden daha güzel ne anlatabilir.

Bu tür zamanlar kıyamete kadar tarihin değişik devirlerinde olagelmiştir.

Gayret edenler en büyük manevi kazancı elde etmişlerdir.  

***

Müziksiz İlahi – Uyan Gel Gözlerim Gafletten Uyan

BİR EVİN HİKAYESİ

Reklam

“HA SEEEEN, HA BEN”

Papaz iken İslam diniyle müşerref olan bir kimse, İstanbul’a gelir ve bilgisini genişleterek Bağlarbaşı civarında bir camiye imam olur. Aslen Bulgaristan’lı olan bu zat, memleketindeki anne ve babasını ziyaret için yola çıkar. O günkü şartlarda yolculuğun bir kısmı ancak katır sırtında yapılmaktadır. Hoca Efendi bu maksatla bir katır kiralar. Binitin sahibi onu memleketine kadar götürecek ve sonra geri dönecektir.

Katırcı ile birlikte yola devam ederken akşam yaklaşır. Gece karanlığında yolculuğun zorluğunu dikkate alan Hoca Efendi, karşılarına çıkan bir köyün ismini katırcıya sorar. O, köyün ismini söyleyince Hoca Efendi “Bu köyün papazı eski zamanda benim arkadaşımdı. Ona misafir olalım” der. Köy varıp o şahsın kapısını tıklatırlar.

Kapıyı açan ev sahibi, eski bir dostunu sarık ve cübbe ile karşılarında görünce, hayretle karışık bir sevinç içerisinde onları içeriye alır. Hâl ve hatır sorduktan, havadan ve sudan konuştuktan sonra Hoca Efendi, akşam namazı kılmak için kalkar.

O namazı eda ettikten sonra, ev sahibi yemek sofrasını getirir. Yemekten sonra sohbet başlar. Geçmiş günlerin hatıralarından bahsederken yatsı namazı vakti olur. Hoca Efendi namaz kılmaya kalkar. O namazı eda ederken ev sahibi, katırcıya hitaben:
– Oğlum, senin adın nedir? diye sorar. Katırcı:
– Hasan, der. Papaz:
– Ha seeen, ha ben, der. Katırcı kızar ve:
– Ne için böyle söylüyorsun? diye sorar. Papaz:
– Bak! O, Müslüman olduğu için namaz kılıyor. Ben Hıristiyan olduğum için kılmıyorum. Sen de kılmıyorsun. Aramızda ne fark var? deyip tekrar “Ha seeen, ha ben” der.

İşittiği iğneleyici sözle hiddeti şiddetlenen katırcı, papazı evinin içinde dövmeye başlar. Hoca Efendi namazını çarçabuk tamamlayıp:

– Hasan! Ne yapıyorsun? Senin yaptığın bu iş ayıp değil mi? Biz, misafiriz; o, ev sahibi. Bize güleryüz gösterdi ve yemek ikramında bulundu. Bu hareketinden utanmıyor musun? deyince katırcı:
– Baksana! Bana ne diyor? Hoca Efendi işitmemiş gibi davranarak:
– Ne diyor? diye sormuş? O:
– “Ha seeen, ha ben” diyor. Hoca Efendi:
– Yalan mı söylemiş, yoksa yanlış mı konuşmuş? Sen bunu hak etmeseydin o da böyle söylemezdi, deyip Hasan’ı tenkit ve teskin etmiş.
Ev sahibi, Hoca Efendi için yatak hazırlamış. Kendisini pataklayan Hasan’a da yatak yorgan getirmiş ve misafirine hayırlı geceler temennisinde bulunarak yanlarından ayrılmış.

Yatağa girip yatmışlar amma, Hasan öfkeli bir şekilde burnundan solumakta, “of, püf” diye sesler çıkarmaktaymış. Hoca Efendi:
– Hasan, uyusan a! Diye seslenmiş. O:
– Uyuyamıyacağım. Ben, bu papaza bir şey yapacağım, demiş, Hasan’ın niyetinin bozuk olduğunu anlayan Hoca Efendi:
– Kalk ve katırları hazırla da yola devam edelim, demiş. Onların seslerini işiten ve hazırlandıklarını gören ev sahibi:
– Hoca Efendi! Neden bu kadar erken gidiyorsunuz? deyince, misafir Hoca:
– Yolumuz uzun. Bir an önce yolcu olalım istedim, cevabını vermiş.
Ortalık ağarıp sabah namazı vakti olunca Hoca Efendi:
-Hasan, duralım da ben namaz kılayım, demiş. Katırcı:
Hoca Efendi, biraz bekle. Ben de abdest alayım ve beraber namaz kılalım, demiş. Hoca:
-Sana ne oldu Hasan? deyince o:
-Olan oldu ve geçen geçti. Ben bir papazın “Ha seeen, ha ben” sözüne ikinci bir defa muhatap olmak istemiyorum, cevabını vermiş.

Kaynak:Hatıralarım – Mehmet EMRE, Sağlam Yayınevi